Bu yaşamımdaki deneyimlerim bana, insanın bir yakını, bir sevdiği bu dünyadan göçerken belli bir ritüele uyulduğunu gösterdi. Bunu elbette hepimiz aynı uygulamıyoruz. Topluluktan topluluğa değişiyor seremoniler. Bunun içimizi rahatlatması, etrafımızla uyum içinde olmamız, kaybettiklerimizin ebedi hayatlarında huzur bulmalarını istememiz gibi son derece normal sebepleri olabilir.
Peki ‘Yalnız geldik yalnız gideceğiz bu alemden’ deriz ya hani, bizim karşılamalarımızın da uğurlamalarımızın da yine bireysel olmasının ne sakıncası olabilir ki? Neticede, duygularımızın süzgecinden geçmiş ve hareketlerimize yansımış bir eylem samimiyetten başka bir şey olabilir mi?
Ayrıca günlerle sınırlanmış bir sevinç ya da bir hüzün hepimiz için aynı süreyi içerir mi? Sevinç kahkaha ya da gülmek midir? Üzüntülerimiz gözyaşlarımız mı, sessizliğimiz mi?
Hayatımda ilk defa bir matem beni uyandırdı. Bütün sormalarım ondan. Duygularımın utancı olabileceğini sanmıyorum. En fazla hoşa gidilmeyen dışlanacak ya da anlaşılması zor durumlar yaratacaktır. Ama benimle ilgili olamaz çünkü ben neysem oyum, etrafım sıkıntı yaşayabilir anlayamadıklarından.
Bir küçük hikâye
Yıl 1951. Yakın tarihte bir millet, savaştan mı, aydınlanmadan mı çıkmış desem bilmem. Açlığı da imkânsızlığı da çıplaklığı da henüz unutmamış. Her eve düşen ateşin külleri var etrafta. Sanki kıyameti görmüş de ne yapma bilinciyle silkelenmiş gibi. Savaşın etkileri devam ettiği için elinde olanın, elinde olmayana sahip çıkmayı bir borç bildiği dönemlerden biri. (Dünya bu dönemleri sık sık yaşıyor. Tarih araştırmalarından biliyoruz.)
Adanalı Hacı Hasan köylere haber salıyor ihtiyaç sahibi bir çocuk var mıdır diye. O dönem böyle düşünen de davranan da çok insan var halk arasında. Ulukışla’nın Kılan köyünden getiriliyor küçücük bir kız henüz yedi yaşında. Anne baba ayrılmış ortada kalmış bir minik can.
Getirildiği konakta hemen kalplerde yer açıyor kendine kurulmak için. Daha önce getirilen çocuklar okula gönderilmemiş o da diğerlerine haksızlık olmasın diye gönderilemiyor. Evin büyük kızı öğretiyor okuma yazmayı. Bir gün bir delikanlı ile mektuplaşacak ve evden kaçıp gidebilecek kadar. Aşk ebedi ama hayat umulandan da kısa olabiliyor ya, dört çocukla kalakalıyor genç kadın aşkını bu dünyadan yolcularken. Amcalar, yengeler çocukları alıyorlar kadının elinden, razı olmadıkları evliliğin bitişi ardından. Sadece zihinsel ve bedensel özürlü büyük kızını onda bırakarak. Kader bu ya daha eve dönerken rastlıyor geleceği birlikte yazacakları arkadaşına. Sığınılacak başka bir liman görüyor, denizin açıklarına da çapa atılabileceğini bilmeden. O zamanın örfü âdeti hapsediyor hayatını bu defa. Çocuk sahibi olmak gerek, koca sorumluluğunda yaşamak gerek, yemek içmek yaşamak için yeterli demek. Zorluklar zorlukları kovalıyor ama hayatta kalmak da bir refleks gibi başka türlü düşünemeyen insan hep bir çözüm üretiyor direncine.
Genç kadına küçüklüğünde okuma yazma öğreten büyük kız, bitmeyen drama şahitlik ederken daha fazla dayanamıyor babasının izinden gitmek isteğine ve genç kadının elindeki küçük kız çocuğunu alıyor evine. Sıcak bir yuva, güzel bir gelecek için umut olsun diye.
Küçük kız, çayırlarda salınırken ahıra kapatılmış bir tay gibi hissediyor kendini. Sevemiyor, kişisel ve bağlı olduğu aileye karşı olan sorumluluklarla yüklü yeni hayatını. Kültürler çatışıyor, istekler çatışıyor, duygular çatışıyor. Sürekli bir çatışma ki Karl Marks’ın ancak anlatabileceği.
Uzlaşmak zor, çünkü başlangıç doğru yapılamamış, bir yapıştırıcı unsur eksik. Zaman geçtikçe çoğalan bir yalnızlık hissi. Ne o olabilmiş geçen sürelerde, ne de o, o. Oysaki zaman en büyük yapıştırıcıdır. Karşında kim olursa olsun alışırsın.
Kadın, kendi huzuru kadar huzur vermek istemiş, kendi sağlığı kadar özen vermek istemiş, kendi sevgisi kadar sevgi, kendi bilgisi kadar bilgi, kendi keyfi kadar keyif vermek istemiş; kendi düzeni kadar düzen, kendi umudu kadar umut vermek istemiş, kendi ahlak anlayışı kadar ahlak anlayışı vermek istemiş küçük çocuğa.
Çocuk kendi anladığı anlamda huzur, sağlık, sevgi, bilgi, keyif, düzen, umut, ahlak istemiş. Hiç anlaşılamıyorum diyerek tepki göstermiş. Sahip olduğu değeri de bilememiş. Oysaki hiç bir ‘izim’in empoze edilmediği yani dayatılmadığı, hiçbir hurafenin düşüncelerine sokulmadığı, hiçbir şiddetin barınmadığı, hiçbir boş vermişliğin yaşanmadığı güven ve serbestlik içinde bir ortammış. Çocuk ne özgürlük hakkında bilgi sahibiymiş ne de iyiyi ölçecek değerlere sahipmiş. İstediğinin olmasını özgürlük, istediği gibi davranılmasını sevgi olarak görüyormuş.
Hayat da boş durmamış. Çocuğun elindekileri almış. İstediğini yapabileceği ortamı da kaldırmış onu denizin açıklarında çapa atıp bekletmiş. Aslında, hiçbir limanının olmadığı deniz öğretmiş çocuğa gerçekte yaşamanın ne denli büyük bir sanat olduğunu. Muhasebeler muhasebesini muhasebe etmiş. Çocuk anlamış anlaması gerekenleri. Neyse ki çok geç kalmamış, teşekkürü diliyle ve eliyle göstermeyen çocuk. Artık gidenin ardından sadece teşekkür kalmış.
Bir matem hayalim var
Matemim gözyaşlarıyla dolu ama hüzünden çok sevgiden. Orhan Veli’nin o devasa şiiri gibi; ‘Ölüm Allah’ın emri ayrılık olmasa’. Ağlamaktan kızarmış gözler fıkraların anlatılmasına da, hayata doyasıya gülmelere de engel olmamalı. Giden sevilen için, şenlikler yapılmalı içinde yeni heyecanlar olmalı şenliklerin. Yaşarken en mutlu günü nasıldıysa sevilenin, gidişinin ardından da o gün gibi olalı. Matemi şenlik olmalı.
Teşekkür bize kültürümüzde öğretilmiştir. Dilimizle teşekkür ederiz ama kalbimizin tasdiki için de bir şeyler yaparız ya. Mesela helva dağıtılır, yemek sunulur, lokma dökülür. Ben şenlik yapmak istiyorum. Teşekkürler teşekkürlere karışsın hepimiz de bundan bir pay alalım. Bütün mahalle toplanalım, ağaç dikelim, tiyatro eseri ortaya koyanımız olsun, koşu yarışı yapanımız olsun, müzik için sanatçılar olsun, resim sergileri olsun şenlikte, el işi emekler ortaya konsun. Çocuklar coşsun, oynasın, koşsun. Sevdiğine veda etmek isteyen tüm halk, şenlikler içinde imkân bulsun.