Bir süredir neren ağrıyorsa canın oradadır durumundayım. Üzerinize afiyet belim tutuldu, neredeyse covid stresini unuttum vallahi. Arada, yakın plan küçük market alışverişleri için de olsa çıkıyordum dışarıya, tam bir aydır kanepe, yatak evin içinde minik adımlarla dolanmaktan öteye gidemiyorum. Ülke genelinde de durum dilime pelesenk ettiğim ‘ne yana baksam da gülsem’ şeklinde olduğundan, büsbütün stres yaratan konular etrafında dolanıyorum. Böyle dönemlerde, birkaç yazıda bir, ferahlık niyetine mizaha sarmak isterim hep. Severim, kimi zaman kara da olsa, her durumda gizlice varlığını sürdüren sinsi mizahı deşmeyi, gülmeyi, güldürmeyi.
Eh ben de o niyetle oturdum masama, epey biriktirmiştim kafamda, notlar da almıştım ama olmuyor, bulunduğum gürültülü ortam buna izin vermiyor. Çoook gürültülü… Gündüzden geceye, geceden sabaha. Her an. Bilin bakalım, nere bura? Evim, evim. Pek sevdiğim, sığınak bellediğim, bitkilerimle can cana, anılarımla iç içe, karşımdaki dev çınarlarla göz göze yaşadığım ev. Eh evin kendisi değil tabii, dışı. Kışın nispeten idare ediyor da yaz geldiğinde tüm pencereleri açınca, kulaklarını tıkamaktan başka çare kalmıyor.
Aslında her türlü sesin aşırısı ve sürekliliği kötüdür. Belli bir frekanstaki tek düze sesle insanı öldürmek bile mümkünmüş. Bir de kirli ses, yani kuru gürültü olduğunu ve hiç kesilmediğini düşünün. Öldürmese süründürür. Benim evimde yaz günü, pencereler açıkken, televizyon izlenemiyor, iki kişi yan yana oturmazsa bağırmadan sohbet edemiyor. Şöyle bir araştırdım, kişinin 1,5 metreden normal konuşma sesini işitmekte zorlanmaya başladığı sınır, gürültü düzeyi olarak kabul edilirmiş. Uluslar arası standartlara göre işlitme sistemine zarar veren gürültü düzeyi de 85 desibelmiş. Varın halimi tahayyül edin.
Oysa ben severdim eskiden cadde hengâmesini ki şehir yaşamının normal gürültüsü sayılır. İnsana yalnız olmadığını hissettirir hele de benim gibi yalnız yaşıyorsan…“Pencereden bi seslensem kaç kişi koşar” güveni verir. Küçükken sokak arasındaydı evimiz, hep cadde üzeri evlerde oturan arkadaşlara özenirdim. Bir de amcamların köşe başında olan evine. Mutfak, banyo aydınlığa değil sokağa bakar ya, tuvalete girince çıkmak istemezdim. Ah, “Yanlış dilek dileme” derdi büyükannem hep. Hem caddede hem köşe başında oturuyorum şimdi. Ve de ekstradan tam yolların 4’e hatta 5’e ayrıldığı ve günün yarısından fazlasında trafiğin düğümlendiği bir köşe başı.
Şimdi burada, insanın beynini patlatacak kadar yüksek seviyede siren çalan bir ambülansın takılıp kaldığını düşünün. Hem de günde en az 6-7 kere… üstelik pandemi yetmezmiş gibi ambülansların başka amaçlarla da kullandığını düşünün. Örnek çok. Biliyor musunuz, onların bile belli bir desibelin üzerine çıkmaları yasakmış ama sürücülerinin zihniyetini değiştirmek bir türlü mümkün olamıyormuş. Eh, bunu da araştırdık herhalde. Konser için Kanada’ya gittiğimde bir gün kuzinimle böyle sıkışık bir trafikte kalmıştık. Bir ambülansa denk geldik, o keşmekeş içinde bütün arabalar hafifçe sola meylettiler ve ambülansa yol açtılar. Üstelik siren falan çalmıyordu. Hayretle “Yahu bu niye siren çalmıyor peki?” diye sorunca bu kez o hayretler içinde “E ne gerek var? Tepesinde dönen mavi ışık var ya…” dedi. Şaşkınlığım arşa çıktı.
Bitti mi? Bitmedi. Bir de Allahın belası alarmlar var. Hem araba hem mekân alarmları. Hırsızlık bolluğundan her taraf alarm dolu. Arabalarınki özellikle geceleri kâbus. Üstüne kedi çıksa ötüyor. Ötüyor da ne oluyor? Hiiiç. Öyle çıngır çıngır ötüyor. Mekân alarmları ise elektrik kesilmelerinin hiç sekmeyen düdükleri. Bazen üçü beşi bir ağızdan öter. Benim de var, evim soyulduğunda taktırdım. Elektrik kesildi mi içim titrer, ya arızaya geçer bipler durur ya da avaz avaz öter. Ha, ötünce ne olur? Hemen merkezden ararlar evet, ama apartman görevlisi dahil bina içinden bir kişi bile “ne oluyor?” diye başını çıkarıp bakmaz. Belki de korkuyor insanlar ya da öyle çok var ki alıştılar. Yani sırf ses kirliliği.
Son zamanlarda gece geç vakitlerde başlayan ve de gün ağarana kadar süren patlak eksozlu (böyle bir trend varmış) motosikletliler arzı endam ediyorlar bizim oralarda. Valla gök gürültüsü gibi her biri. Filme ilaveten araçlı asayişçiler herkesin derin uykuda olduğu bir saatte, aniden megafonla “…68 sağa çek!” diye bağırabilirler. Günün en azıcık sessiz olan saati, fısıldasa duyacaklar ama yok, o bağırmanın verdiği özel bir keyif var. Dudağın uçuklayarak sıçrarsın yatağından. Bunların yanında Ramazan davulu keyifli bir bateri solo gibi kalır. Sanki yatağım caddenin orta yerinde duruyor.
Bu patırtıda bir de alt katımda aylardır bitmeyen bir onarım çalışması var. Sabahın köründe başlayan matkap sesi sanki evimin içinde gibi. Bir tek Pazar günleri çalışmıyorlar ki zaten genel olarak, trafik de az olduğundan etraf da epey sessiz sayılır. Ama trafik yoğunluğu, klakson, ambülans veya alarm sireni olmadığını farz etsek, gün içinde kesilmesi mümkünsüz ve en evimin içinde olan ses ise otobüs. Homur homur. Azıcık ileride durak var, yaklaşınca yavaşlıyor ve frenleri acaip gıcırdıyor. Ay galiba matrağa bağlayabileceğim.
İkide bir ama epey sıkça ‘din don’ diye bir ses var. Karşı köşeye yeni yapılan otelden gelen, çağrı ya da asansör kapısı gibi bir şey sanıyorum. Eskiden pek otobüse binmezdim, şimdi sıkça biniyorum, emekliyim ya bari yararlanayım ve de serin oluyor, şimdi dediğim pandemi öncesi tabii. Meğer o ses durağa yaklaşırken yapılan anonsmuş; “Din don, Osmanbey!” Günde yüzlerce din don oluyor ben de “Osmanbey” diyorum. Hadi daha matrak olsun.
Evinin önünde otobüs durağı olan bir ailenin bir sıkıntısı varmış. Durağa her otobüs geldiğinde gardropun kapısı açılırmış. Nihayet kadın bir marangoz çağırmış. Adam bakmış, menteşelerde falan bir arıza yok. Demiş ki “Bir de içine gireyim, bakayım otobüs gelince iç tarafta ne oluyor.” O sırada kadının kocası işten dönmüş, doğru odaya girip gardropu açmış ki; içinde bir adam. Akla gelen şey malum. Soru: “Ne işin var lan senin burda?” Cevap: “Abi inanmican ama yeminnen otobüs bekliyorum.” Nasıl? :)