Dediler ki o geçirdiğimiz feci lodos fırtınası için; Hiç böylesini görmemiştik. Çok zarar gördü adalar, her yeri su bastı, kaldırım taşları yerlerinden çıkıp savruldu. Sosyal paylaşım sitelerinde, fırtına görüntülerinden geçilmiyordu. Ne görüntülerdi ama... Dalgalar Kalpazankaya’nın üzerinden aşıyordu. Kıyılardaki her mekânda ciddi hasarlar oldu. Ve evet, dediler ki; hiç böylesini görmemiştik.
Oysa eski adalılar bilir, neler gördük biz. Anılarım depreşti valla, pek anlatasım geldi. Ben Burgaz’da yaşadığım yıllarda iki kez daha böyle feci lodos gördüm. Birinde, henüz bu kadar doldurulmamış ve restoran istilasına uğramamış olan sahildeki kahvelerin arasında bulunan evde oturuyorduk, şimdi orada Bülent Eczanesi var. Dalgalar Kaşıkadası’nın kuyruğunu örtüyordu, bizim iki katlı olan evin damını aşıp arka sokağa vuruyordu. Su çarpıp geri çekilirken balkon parmaklıklarının arasından şelale gibi fışkırıyordu. Kapı pencere kapalı, dev dalgaların üzerimizden aşmasını seyrediyorduk heyecanla.
İnsanlar ipini koparıp kıyıya doğru savrulan teknelerden henüz zarar görmemiş olanları karaya çekmek için kıyıda durup dalga bekliyorlardı. Tekneler dalgayla yükselince, yanlarından tutup hop diye karaya alıveriyorlardı. Ağaçlar devrilmiş, damlar uçmuştu. Deniz o kadar yükselmişti ki biz, yerden bir basamak yüksek olan evin kapısını açtığımızda şap diye suya basıyorduk. Evimiz denizin içinde gibiydi ve o yükselen deniz suyu, fırtına geçtikten sonra daha günlerce kalmıştı öyle, ta fırına kadar... Arka sokaklarda, botla dolaşmış, çarşı pazar alışverişlerine şişme botlarla gitmiştik. O sular çekildiğinde günlerce kıyılarımız kıpkızıl olmuştu, çünkü deniz, yakın yerlerdeki toprağı sürükleyerek almıştı içine. Ada toprağı kızıldır, o yüzden Kızıl Adalar da denir ya onlara.
İkinci lodos fırtınasında ki ilki kadar büyük değildi, aynı sahilin devamında bulunan Arapoğlu’nun evinde oturuyorduk. Hani arkasında defalarca yazılarıma konu yaptığım o cennet misali ‘gizli bahçe’si olan ev. Çoktan yıkılıp yenisi yapıldı, arkasındaki bin bir çiçekli ve meyveli o güzelim cennet bahçe de katledilip betona dönüştü. O zaman gece kopmuştu fırtına, pek de uzun sürmemiş öyle suları yükseltip kızıla boyamamıştı kıyıları. Ama bir sabah uyanıp perdeyi açtık ki tam karşımızda apartman misali dikilmiş bir vapur burnu. Hangisi olduğunu hatırlamıyorum. Gece gelen son vapur, deli dalgalardan bir türlü yanaşamamış, iskeleyi ıskalamış ve karaya oturmuştu. Aman ne sevinmiştik, vapurlar çalışmayacak ve okula gidemeyeceğiz diye. Tabii bunlar çoook yıllar önce oldu. Kaç yıl olduğunu söylemeyeceğim, işime gelmiyor. Yani siz hiç böylesini görmemiş olabilirsiniz de biz gördük.
Ama asıl dikkat çekmek istediğim şey, o kadar şiddetli fırtınalar olmasına rağmen bu kadar çok hasar görmezdi eskiden adalar. Niye? Çünkü böylesine çılgın ve çarpık bir kentleşme temposu yoktu daha o zamanlar. Sahiller öyle doldurulmamış olduğundan, deniz vursa da rüzgârın hızı geçince ağır ağır dönmüştü kendine ait olan yere. E sen onun yerini çalarsan, her sinirlendiğinde geri ister tabii. Sonra o, puzzle parçalarına benzer kaldırım taşları yoktu ki yerlerinden sökülsün. Üstelik de eğreti yapıştırılmışlardı herhalde ki darmadağın oldular. Neyse, bu arada karla karışık çamura bulanmış İstanbul’da, sevgili Semra’nın rica ettiği son yazı gönderme gününe teğet yetiştiğimi umarak, pürtelâş yazarken, malum sosyal paylaşımlar, Adalar’ın kartpostal gibi fotoğraflarıyla beni kışkırtıp duruyorlar. Böyle bembeyaz ne güzeller yahu... Ne güzeller. Bunca yıldır hiç karla kaplıyken bulunmadım adalarda. Kınalı’nın tepesindeki sinir bozucu birkaç boynuzu saymazsak, hepsi birbirinden harika. Bir türlü tamamen kurtulamadık onlardan. Epeyce eksildiler ama hepten yok olamadılar. Acaba yaza kadar o son kanser tehditleri de kalkar mı dersiniz? Hadi bakalım, bu aylık bu kadar dostlar. Gelecek ay artık inşallah baharı karşılamaya...