Bu sevimsiz pandemi sürecinde, kısa mesafe market alışverişi dışında pek evden çıkmadığımı biliyorsunuz dostlar. Bir süredir çektiğim bel ağrısının da bu kapanmışlığın tuzu biberi olduğunu da söylemiştim. Geçenlerde mucizevi bir şekilde ama biraz da kardeşimin dürtmesiyle aniden fışkırıverdim, giyinip kuşanıp eski günlerde olduğu gibi bir sanat etkinliğine gittim. Yürürken adeta ayaklarım birbirine dolansa da, dönüşte yorgunluktan bayılmak üzere olsam da iyi ki gittim. Pek keyifliydi. Birbirinden farklı tarzda çalışılmış, farklı eserlerden meydana gelmiş bir toplu sergiyi gezdim. Yer; Bomontiada. Yani eski bira fabrikası alanı.
Doğrusunu isterseniz bu yazıda hangi konuya öncelik vereceğime bir türlü karar veremiyorum. Bomontiada, mekân olarak, benim için başlı başına bir nostalji konusu oldu, sanat etkinliği meselesi de pandemi öncesi hareketli günlerime olan özlemimi deşti. Düşünün ki ben yeni kitabım için yapılacak imza günleri tekliflerini bile reddetmişim… Tamam, şu etkinliği anlatayım önce.
‘Mamut Art Project’ bir süredir, güncel sanatta umut vadeden, henüz sanat kariyerinin başında olan bağımsız yeteneklerin çalışmalarını; kültür-sanat kurumları, koleksiyonerler, galeriler, küratörler ve sanatseverlerle buluşturuyor. Her yıl yeni sanatçıların, farklı alanlarda uzman isimlerden oluşan ve her yıl değişen jüri üyeleri tarafından seçilen eserlerini, muhtelif mekânlarda paylaşma ve sergileme imkânı sağlıyor. Bu yıl 43 sanatçının 300’e yakın eseri ve 62 afiş sanatçısının seçkileri 19–31 Ekim arasında, İstanbul Bomontiada’da sergilendi. Sergilenen eserlerin kimine “fena değil” dedim, kimine bayıldım ama doğrusunu isterseniz hiç beğenmediğim olmadı. Her birinden tek tek söz etmem imkansız, zaten siz bu yazıyı okuyana kadar bitmiş olacak yani nasılsa gidip görmeniz artık mümkün değil.
Bir de bazıları satışa sunulan, bazıları yalnızca teşhir için olan ve pek hoşuma giden “Dreamscapes” adı verilen bir afiş bölümü vardı. Kimi illüstrasyon sanatçılarının müzikle olan kişisel bağlarından yola çıkan hayali konser afişleri. 28 satılabilen eser, 34 teşhirlik eser. 28’i illüstratörlerin kendi dilleriyle; ruhumuzda iz bırakan her anın eşsizliğinin altını çizen müziğin var ettiği yer, yarattıkları müziğin görsel dünyasına bir yolculuk diye tarif ediliyor. 34’ü de öyle sanatçıları, öyle yerlerde konser veriyor gibi hayal etmişler ki böyle bir afiş herhalde binbir izine ve telife tabi olacağından, ancak hayal edilir asla satılamaz olmuş. Afişlerden birinin ‘The Doors’ grubunun canım Burgaz’daki eski Paradisos’ta (Cennet bahçesi) hayali bir konser olduğunu fark edince dayanamadım, resmini çekip paylaşmak istedim.
Gelelim özel nostalji bölümüne. Bomontiada bir kurtarılmış bölge. Az daha tümüyle yıkılacak olan eski Bomonti Bira Fabrikası’nın ve yaşıtlarımdan çoğunun çocukluk anılarında yaşayan aile bahçesinin bulunduğu yer. İsviçreli Bomonti kardeşler tarafından 1890’da, Feriköy'de kurulan fabrika, 1934 yılında Tekel'e geçmiş. 1902 yılında işletmelerini bu gün İstanbul Tekel Bira Fabrikası, eski adıyla Bomonti Bira Fabrikası'nın bulunduğu yere nakletmiş. 1912'de Bomonti ve rakipleri olan Nektar Şirketleri birleşerek Bomonti-Nektar Birleşik Bira Fabrikaları şirketini kurmuşlar. Bomonti Bira Fabrikası ana binasına zaman içinde yeni üniteler eklenmiş. Eklenen bu ünitelerle fabrika bugün 40 dönümlük bir arazi üzerinde yer alıyor. Bu ünitelerden biri olan Bomonti Bira Bahçesi 1930’lu yıllarda İstanbulluların hizmetine açılmış, bu hizmet bazı bilgi kaynaklarına göre 1950'li yıllara kadar sürmüş, bazılarına göreyse 60’lı yıllar. Bence doğrusu 60’lı yıllar olmalı yoksa çocukluk anılarımda bu kadar yer edinemezdi.
Giderdik biz küçükken ailece, öyle hoş bir bahçeydi ki Burgaz’daki İndos ve Paradisos bahçeleri gibi… Masalara altlarında musluk olan fıçılarla bira verilirdi, evden yemek götürürdük. Eh biz daha gazoz yaşındaydık tabii. O bahçeye benzer bir aile bahçesi de Kurtuluş Sondurak’ta vardı. Akropolis’ti adı. Tabii zaman daha Rumların bol olduğu zaman… Komşular toplaşıp giderlerdi, eğlenirdik, müzik falan olurdu, ağaçtan ağaca ışıl ışıl ampuller asılırdı, bayılırdık o eğlencelere.
Bomontiada evime çok yakın olduğu halde bu ikinci gidişim. İlki geceydi ve bir oyun izlemiştim. Girerken etrafa ancak şöyle bir göz atabilmiştim, cıvıl cıvıldı, belli ki gençler pek rağbet ediyorlar. Bu kez gidişim gündüzdü, epeyce inceledim sağı solu, az daha gümbürtüye gidecek olan eski kuleli bina, nostaljik tuğlalı duvarlar canavar gibi tepeden bakan çirkin gökdelenler arasında oyuncak gibi kalıyorlardı. Cız etti içim. İyi ki yanımda kardeşim vardı, yoksa nasıl anlatacaksın o yoğun duyguları, etraftaki her şeyi yüzeysel yaşayan günümüz gençlerine? Ki yaşamakta olduğumuz pandemi olayının ciddiyetini bile kavramış değiller hâlâ… Maskeler kolda, el sıkmamaya özen gösterip yumruk tokuşturuyorlar sözde, sonra da sarmaş dolaş oluyorlar. Başka sözüm yok dostlar… Umarım yaşadığım duygu karmaşasını anlatabilmişimdir.