Marmara Adası’nı, ölüp ölüp dirilen gizemli bir şairi olan Aristeas’ın hikayesini öğrendikten sonra ne yapıp edip bir şekilde görmem gerektiğini düşünmüştüm. İlk olarak da üniversite üçüncü sınıfın bahar dönemi vize sınavlarım bittikten sonra gidebildim. Yeni yeni uyanan doğasını, sakin sokakları ve çarşısını, köylerini, kıyılarını, balıkçı barınaklarını yarı sümbüli bir havada kimi yürüyerek kimi de kiraladığım motosikletle birkaç gün dolandım durdum.
Ada’da dolanırken kuzgunlarla beraber bir yandan da guguk kuşlarını aradı gözlerim. Ağaç ve çalıların, zeytinliklerin nispeten gür olduğu yol boyunca sık sık mola verip kuş seslerine kulak kesilmiş ama ne guguk kuşu görebilmiş ne de sesini duyabilmiştim. Çocukluğumun Maden’inde de içimi ürperten sesini duyardım da kendisini görebilmek pek kolay olmazdı. Saklardı kendisini insanlardan.
Ada’da geçirdiğim o birkaç günde, şair Aristeas’ın "Tanrılar Prokonnisos'u yaratırken sarhoştular, başka türlü bu kadar güzelliği bu Ada’ya vermezlerdi," deyişine hak vermemenin mümkün olmadığına da kanaat getirmiştim.
Aklımın bir köşesine, farkında olmadan, ‘’ buraya tekrar gelmeli’’yi asmış olmalıyım ki uzun yıllar sonra bir yaz tatilinde, eşim ve o zaman henüz üç yaşında olan oğlumu da alarak bir kez daha gittim Ada’ya. Yazın yoğun bir sezonu olmasına rağmen sakin bir yerde olmak kendimizi özel hissettirmişti. Hatta o kadar ki, ayrılmak zorunda kaldıkları sahil kasabasına uzun yıllar sonra giden bir aile gibi özlem dolu, heyecanlıydık da. Bunun nedenin orada karşılaştığımız insanların oralı ya da çok uzun yıllardan bu yana orada yaşayıp orayı içselleştirmiş olmalarından kaynaklandığını konuşmuştuk eşimle. Türkiye’deki popüler tatil beldelerinde yerli esnaf bulmak mümkün değilken, Marmara Adası’ndaki esnafın önemli bir kısmının yerli olmasının da bunda katkısı vardı muhakkak. Turistten ziyade misafir gibiydik anlayacağınız.
Boncuk motelde konakladığımız o yaz, Aba plajında bol bol denize girdik. Kumdan kaleler yaptık, kâğıttan gemiler yüzdürdük oğlumla. Eşimle, motelin bahçesindeki zeytin ağaçlarının gölgesinde, öldükten sonra dahi ait olduğu toprakları, anılar biriktirdiği sokakları, insanın bir kuş olup uçma arzusundan, sevdiklerini bir kuş olup gökyüzünden görebilme hayaline kadar, Anadolu’nun mitleri ve efsanelerinden, bahsettik. Akşam sofralarında gece geç saatlere kadar oturup, buradan gelip geçen niceleri gibi biz de tutkularımızı, anılarımızı, Heybeli’de mehtaba çıkarıp, sevgimizin aşkımızın üstünden geçen senelere kadar getirerek kim bilir kaçıncı kez Ada’nın kıyılarına döküp sularında yüzdürdük.
Aba plajında şezlonga uzandığım saatlerde esen meltem, sıcak yaz günlerinde Maden’de, Dicle kıyısında yürürken, tam Boşaltma Köprüsü’ne vardığımda, Koçoğlu Deresi’nden esen ve yüzüme hafif hafif çarpan meltemmiş gibi geliyordu bana. Arada daldığımda, limana gelip giden motorların sesine, Maden tren istasyonundaki trenler midir diye sıçradığım da oldu. Eşime ‘’Uzun yıllardan bu yana hissedemediğim bu anları Ada’nın insanı kucaklayan sakinliğine mi yoksa birbirini yiyen ulusların, kârdan başka bir şey düşünmeyen şirketlerin haberlerinden uzak olmamıza mı borçluyum? İstanbul’un yaz sıcağı ile birleşince hepten çekilmeyen trafiği ve keşmekeşinden uzak olduğumuzu, bakıcıyı kızdırıp kaçırmamak için akşamları bir an önce eve varma telaşımızın olmamasın da bunda bir etkisi var mıdır bilemiyorum?’’, deyince eşim, ‘’Yani şu rahat birkaç günün tadını çıkarmak yerine, bu sorgulamalarda neyin nesi? Allah aşkına bırak düşünmeyi de şu güzel anların tadını çıkaralım,’’ demişti.
Motelin sağ tarafında yaklaşık bir kilometre uzaklıktaki iskeleden gelen motor uğultuları dışında, dalga ve martı sesleri, ağaç yapraklarının kadifemsi hışırtıları, yemek saatlerinde bizi alıp eski İstanbul’a götüren müzik dinletileri dışında doğayla baş başaydık. Motel’in sahibi, Ada’nın önceki yıllara göre daha bir kalabalık olduğunu söylüyordu üstelik. Kalabalık hali buysa, sakin bir yaz sezonunda kim bilir nasıl bir cennettir burası.
Ada’nın merkezindeki küçük çarşıda pansiyon ve otel tabelalarının bolluğu, müşteri çekmeye çalışan lokanta, büfe çalışanlarının ‘’Buyrun efenim buyrun!’’ ları, akşamları oluşan kalabalık, çay bahçelerinin çarşı uğultusuna karışan müzik yayını, neredeyse her dükkânın girişindeki sepetlerde yığılı halde duran plastik palet, şnorkel, yüzme gözlükleri, güneş kremleri, deniz havluları. Binlerce yıl önce mermerleri sömürülmeye başlanan Ada’nın, bugüne kadar kendini gizleyebilmiş koyları, denizi, güneşi, doğası sıradaydı şimdi de demek ki.
Benim çocukluğumun geçtiği Elazığ’ın Maden ilçesi, Marmara Adası’ndan coğrafi olarak çok farklı olmasına rağmen binlerce yıllık geçmişi ve yer altı zenginlikleri göz önüne alındığında bu güzelim Ada ile ciddi benzerliklere sahiptir. Maden İlçesinde bulunan bakır yatakları, dünyanın en eski maden ocaklarıdır. Maden’e sekiz on kilometre uzaklıkta bulunan ve milattan önce sekizinci yüzyıldan itibaren avcı, toplayıcı insanların ilk yerleşim yerlerinden biri olan Çayönü Höyüğü’ndeki insanlar, dünyanın önde gelen yerlerinden iki bin yıl önce bakırdan alet yapmaya başlamışlar. Maden, hangi uygarlık sınırlarının içinde olursa olsun, tüm insanlar için bir cazibe ve ticaret merkezi de olmuştur üstelik. Güneydoğu Toros Dağları’nın devamı olan Mihrap Dağı eteklerindeki bu binlerce yıllık yerleşim biriminde, sadece bakır madeni metalürji biliminden faydalanılarak çıkarılmamış, farklı kültürleri bir potada eriterek Anadolu kültürünün oluşumunda önemli katkılar da sunmuştur. Kanımca, Maden İlçesi ile Marmara Adası arasındaki benzerlikler sadece binlerce yıllık tarihleri, sömürülen yeraltı kaynakları ile sınırlı değil. Mit ve efsaneleri de benzer birbirine. Öksüz kalan iki çocuktan, üvey annenin yarattığı baskı ve korku nedeniyle, birinin diğerinin ölümüne neden olması sonucunda duyduğu pişmanlıkla ‘’Tanrım! Beni bir guguk kuşu yapıp bu dağlara sal ki, dünya döndükçe bu dağlarda hep kardeşimi anayım!’’ diye yalvaran kardeşin dileğinin gerçekleşmesi ile sonsuza kadar dağlarında yaşadığı coğrafyanın simgesi olan guguk kuşu ve ölüp ölüp dirilen, sonrasında da bir kuzgun olup Marmara Adası’nın üstünde uçtuğuna inanılan şair Aristeas mitlerinde de benzerlikler olduğunu düşünürüm.
Maden İlçesi sahip olduğu zengin maden yatakları yüzünden yüzyıllar boyunca önemli bir yerleşim ve ticaret merkezi konumundayken, Marmara Adası da mermer yatakları, zeytinlikleri ve deniz ürünleri nedeniyle antik çağlardan bu yana çeşitli uygarlıkların ve ticaretin merkezi olmuştur. Her iki yerleşim yerinin hep ‘’veren el’’ durumunda olmaları, sahip oldukları zenginliklerin ne kendilerine ne de orada yaşayan halka pek de bir faydasının dokunmamış olması beni derinden yaralar. Milyonlarca yılda, istiridyenin bir inciyi oluştururken gösterdiği sabır ve özenle, yarattıkları hazineleri, sahiplerine büyük bir tevazu ile sunmuş olan bu iki yerleşim yerine gereken önem hiçbir uygarlık tarafından da ne yazık ki verilmemiştir.
Bahar aylarında, özellikle kenger zamanı, Maden İlçesi’ne her yolum düştüğünde, sabahları erkenden kalkıp, masalını dinleyerek büyüdüğüm guguk kuşunu görebilmek, hiç olmazsa sesini duyabilmek umuduyla kırlara atarım kendimi. Dere boylarında, tepelerde, ağaç tepelerinde, gür çalılıklarda aranırken, masaldaki keçi kılından örülmüş, dibi delik, bin bir renkli heybeyi az ötede bulacağımın hayalini kurmayı da severim. O yaz tatilinde de her kuzgun gördüğümde, siyahlar içinde Aristeas’ın birazdan çıkıp geleceği hayali ile uzun uzun bakakaldım göründüğü yerlere.
Antik dönem mimarisi korint düzeni sütun başlıklarında kullanılan kenger-Akathus yaprağının, guguk kuşu masalında kardeşini öldüren çocuğun pişmanlığını Tanrılara bildirip af dilemek için sütunlara işlendiğini düşünür, biraz da üzülürüm. Kim bilir belki de Marmara Adası’nın mermeri ile Maden dağlarının kengeri, masumiyeti kutsamak için bir araya getirilip, antik mimarideki korint düzeni sütun başlıkları yapıldı dönemin mimarları tarafından.
İskeleye yanaşan vapurlar gibi kara tren katarları ulaşırdı Maden tren istasyonuna. Vapur yanaşmaya başlayıp iskelede bir hareketlenme başlarken karadaki tüm gözler oraya çevriliyordu. Tıpkı çocukluğumun Maden’inde tren sesi duyulunca ya da istasyona girince taraçalara dizilmiş evlerimizin bahçelerinde o an her ne yapıyorsak bırakıp, el sallamamız gibi. İstasyona varan her treninin bir şeyleri değiştirmesini beklediğim gibi, limana yanaşan her geminin Ada’da bir şeyleri değiştirmesini uman birileri var mıdır diye de merak etmiştim o yaz.
Aidiyet duygusu hissedemeyip her an terk etmeyi düşündüğünüz bir yerde yaşıyorsanız, dünyanın herkese göre bir merkezi ve sınırları olduğunu anlamanız zor olabilir. Bu merkez ve sınırlar, ülkelerin dünyadaki coğrafi konumları ile karıştırılmamalıdır. Bu tamamen kişinin, yaşadığı bölgenin kültürel mirasının farkında olup onu geleceğe taşıma çaba ve arzusu ile ilgilidir. İnsanın kendini ait hissettiği bir kültür mirasının olması ne büyük zenginlik!
Arada sırada kıyılara, tepelere, dağlara, ağaçlara, gökyüzüne sözün kısası doğaya dikkatli bir gözle bakarsanız, kardeşinin acısı ile bir türkü tutturmuş guguk kuşunu, dedenizden de yaşlı bir kuzgunu, belki de ölümsüz Aristeas’ı görebilirsiniz.