Adada baharın ilk habercisinin mimozalar olduğunu biliyordum; hayır, bir deneyimim olduğundan değil, bugüne kadar öyle duyduğumdan. Ben de adadaki bu birinci baharımda orada burada gezinirken bir göreceğim ki... Vallahi tam da umut ettiğim gibi oldu. Bir mimozaya rast gelmeyeyim, hemen göz atıyordum ya zaten; bir... iki... demeye kalmadan ilk kabarcıkları gördüm. Bir kaygı da duymadım diyemem ama: Daha mart ayına, o bazı yıllar kapıdan baktıran aya bilmem ne kadar gün vardı. Ya tutar da deli dolu bir yağmur, ya daha kötüsü acımasız bir kar yağıverirse? Donar kalır mı o kabarcıklar sızlana sızlana? Bakarsınız sert bir rüzgâr, hayır, fırtına demeli öylesine, kırar dökerse ortalığı? Doğa bu, sağı solu belli mi olur? Hele de bu mevsimde?
Yok, biri bile olmadı bunların. Özellikle bir fırtınanın edepsizliğinden korkuyordum ama o da kopmadı. Kısacası paltoydu, pardösüydü, kasketti, atkıydı, hatta ceketti... bunlarsız da (idare) edebilecek derecede güzel gitti havalar ve mimozalar donatıverdi adamızı. Herhalde öbür adalar da aynı haldeydi
Sevincimden deli gibiydim. İlk günler yalnız, sonraki günler o sıralarda konuk olan yakınlarımla mimozaların yanında alır oldum soluğu. Önce kokusu geliyordu. Eğer ortalık bir yerde değilse, nerede bu yahu diye aramak ve birden buluvermek, öyle mutlu ediyordu ki... Oralarda hem biraz yorgunluk atar, hem de havayı derin derin solurken, “Doğa” diyordum, “canım doğa, biz insanlara kötü duygulardan, kötü hayallerden, kötü isteklerden arınalım da iyilikler üzere birer insan olalım diye, yine baharı araya koyarak bir fırsat daha veriyor.”
Mimoza doluydu adamız ama bir kez bile elimi uzatmadım. Hayır, niye yalan söyleyeyim, uzattım zaman zaman, o da kokusunu daha yakından solumak isteğiyle. Birinde de yakınlarımın hatırını kıramayarak en ufağından bir dal kopardım. Hepi topu bu...
Ölü ya da diri, kimleri, hangi yakınlarımı, hangi dostlarımı anmadım o günlerde? Ölülere elimden ne gelirdi? Yakınlarımı yolcu edince, bari dedim, bir iki dostuma haber vereyim de...
Yağmayı da o dostlarımdan birini beklemek üzere iskeleye indiğim gün anladım: Basit bir tezgâh, az ötesinde biri daha... Altı mıydı, yedi miydi... Her birinde mimoza yığılı... Kucağında mimozalarla alıcı kollayanlar da cabası... Bir vapur, bir tekne halat atmasın, sevimsiz mi sevimsiz bir bağırtıdır kopuyordu. Belki o kadar sevimsiz değildi de öfkemden öyle algılıyordum.
Dostum tam zamanında geldi, geldi ya, yolcu kalabalığının, bir anda iskeleye yığılan mimoza satıcılarının arasından ancak ben elinden kolundan tutunca kurtulabildi. Evde kahve var mıydı? Pek aram olmadığından, yoktu. Cezve de yoktu. Bir dükkâna girdik kahve diye, masanın üzerinde bir mimoza vazosu... Bir dükkâna daha girdik bu kez de cezve diye, yine bir mimoza vazosu...
Buraya dönüyorduk mimoza... En pahalı lokantalardan en sade lokantalara, büfelere, dürümcü- lere, pidecilere, lahmacunculara kadar... Kıyıdaki sıra sıra kafeler kadar... Faytonlara kadar... Ya yerlerde toz toprak arasında sürünenleri... Bunlar da herhalde hırsla koparıldıktan -ya da yolun duktan- sonra göze giremeyenler di... Olsun, bizim sokak kapısının önüne (de) atılanlarını topladık, evde bir suya tuttuk, oldu bitti. Yani o ince, o arındıran kokusu daha iyi duyulur oldu.
Bilmez miydim, ertesi güne kalmazdı bu koku... Pörsüdü mü o güzelim dallar, artık kır otları gibi kokardı. Ben ona da bayılırdım. Ellerim yine uzanır dururdu vazoya.
II
Bu kez de sonu gelmeyecekti sözün, bir yerde kestik. Hem ikindiydi artık, dostum haberini verdiğim mimozaları ne zaman görecekti? İskelede, orada burada gördükleri(niz) ne diyeceksiniz? Doğrusu onlar hesapta yoktu. Öylesine acımasız bir yağmayı rüyamda bile görsem inanamazdım. O gün sormadım ama sanıyorum dostum da inanamazdı.
Yönümüz belliydi: Yukarılara doğru gidecektik. Bu daha tenha yollar üzerinde, ilk mimoza, güzel, bakımlı bir evin parmaklıkları ardındadır. Gür dallarını sokağa da uzatır ya kimselere de bir yağmalama fırsatı vermez. Yoksa bu görkemli hali alabilir miydi?
Yakınındaki sokaklardan birinde daha böyle bir mimoza vardır. Yalnız o daha da fiyakalı bir evin parmaklıkları ardından sokağı seyreder.
Kimlerdir bu evlerin sahipleri... Belki baharın, -o sıralarda burada olursam- belki yazın görecek, uzaktan da olsa tanıyabileceğim. Doğrusu, var(sıl)lığının kaynağını bilemediğim insanlara bir yakınlık, bir sıcaklık duyamam ama bu evlerin sahiplerine sevgi ve saygı duyduğumu, mimozalarla birlikte onlara da uzun ömürler dilediğimi niye gizleyeyim?
Sonunda benim “Bak, yine kokusu geliyor” dememe, bir yandan da aramama gerek kalmadı. Üstüne üstlük dostum benden önce davranır, o bana haber verir oldu. Erken bir bahar göğünün önünde irili ufaklı, kimisi gencecik -ince bir gövde üstünde dal olmaya hevesli sürgünler halinde henüzkimisi ömrünün son demlerinde sapsarı nice mimoza bulutları gördük, enginlerini kokladık. Fakat adanın kötü, rezil bir yasasıydı sanki: Korunaklı yerlerde olanlar, dalları yüce olanlar, sağlıklı, derli toplu; öbürleri, nasıl demeli, orası burası sakat insanlar gibi. Her bahar bugünlerde koparıla, yoluna... Hangi canlı dayanabilir böylesi bir saldırganlığa...
Oysa öyle nefisti ki adamızın doğası... Ve öyle nefis bir doygunluk veriyordu ki bırakın gitsin hayatı- mıza yük ettiğimiz bütün o dünya nimetlerini bir yana... Bir daha da yüzünüzü o yana dönmeyin... Benim kendime göre anladığım, bu... Biz gidiyorduk, doğa gidiyordu. Ne koca koca yapılar, ne herhangi bir motor hırıltısı, ne abuk sabuk, gürültücü bir kalabalık... Bu da bir tür özgürlük sayılmaz mı diye soracaktım dostuma, bir delikanlı, nereden yeterince bileceğiz bizden özge canlıların dünyasını, ama bir tahminde bulunabiliriz yine de, herhalde bizler gibi erken bir baharın hazzıyla kendi kendine gezinen bir sokak köpeğine tekmesini savurdu. Neden, anlayamadık. Aslında anlayacağımız bir neden de yoktu ortada. Hayır, vardı; sevgilisiyle el eleydi delikanlı. Neyse ki tutturamadı. Sevindik. Hem de bayağı sevindik. Oluyor zaman zaman, sevinmenin de bu türlüleri oluyor.
Bir neden yoktu, hayır, vardı falan filan; laf mı benimki de? Dünyamızın, bu ucu bucağı bilinmez dünyamızın, en uzak yerlerine kadar tek sahibi, tek efendisi biz insanlar değil miydik? Bu sokak köpeği tekmeden canını zor kurtaracak, öbürü faytonun sesini duyunca hemen bir yerlere sinecekti. Piknik yapanlar (!) her türlü atıklarını, pisliklerini elbet ortalarda bırakarak evlerine dönecekler; kucaklarında daha biraz önce iskeleden satın aldıkları mimoza öbekleriyle bazı süslü püslü kadınlar, faytonlarda elbet kurumlanacaktı.
Peki, hep mi yakınmalıydı? Diyelim oradan oraya dolanan, keyifle otlanan, arada tırısa kalkan, arada boyunlarını birbirlerine sür(t) en, birbirlerini ısıracak gibi yapan atları seyretmenin de bir güzelliği yok muydu? Onları seyrederken bir zamanların -kırk mı, elli mi yıl öncelerinin- kırlarını, bağlarını anımsamanın, söğütlerinin altında elini yüzünü yıkar, yere uzanarak sümbüllerini koklar gibi olmanın bir güzelliği yok muydu? Eee, daha ne o halde?
İyi güzel de ahırların sefilliğini nasıl görmezden gelecektik? Adada faytonlar olduğuna göre atlarla birlikte ahırları da olacaktı, ama ne o kaba sabalık, o ne düzensizlik, o ne eğretilikti? Hepsinden önce, o zavallı atlara haksızlıktı. Birtakım sorumluları olmalıydı bu durumun, kimlerdi onlar? Kazancı ancak karın tokluğuna yeten faytoncular mı? Belediye mi? Daha yetkilice bazı kurumlar mı?
Dostum zaman zaman dalıyordu ama görmemesi olası mıydı ahırların dört bir yanındaki atıkları? Hele de o naylon torba kalıntıları- nı? Bir sürü pis ıvır zıvırı? “Belli ki” dedi, “faytoncuların marifeti bu. Haydi, bunlara da ‘hafifletici bir neden’ bulun da görelim bakalım!”
Ne diyebilirdim? Görünen köyün kılavuz istemezdi ki...
Kabaca bir tasarladım: Alt tarafı yarım gün... Belki o kadar bile değil... Hepi topu bir elin parmağı kadar insan, kollarını bir sıvasa tertemiz ederdi buraları. Birincisi ben, ikincisi dostum... Sormama gerek yoktu, bize mi kaldı, demezdi. Ne yapar eder, bulurduk birilerini daha. Bir süre, ama kısacık bir süre, tertemiz gördüm oraları; tertemiz, pırıl pırıl, gür otların, bitkilerin kucak kucağa olduğu bir plato. Seyretmelere doyum olmaz.
İster istemez ayıldım: Bu türlü hoyratlıklar öyle kolay kolay sökü- lür atılır mıydı benliğimizden? Ben de artık dünyamızın eskilerinden biri değil miydim, bilmiyor muydum sanki hemcinslerimi? Kısa bir süre sonra, yine aynısı olacaktı.
Hava kararıyordu ağır ağır ama biz henüz yolun yarısında sayılırdık. Dönsek mi iyi olurdu, sürdürsek mi? Yok, dönmek olmazdı. Biraz sonra da yeniden mimozaları gördük. Sapa bir yerde, altı yedisi bir aradaydı. Belki de görmek değildi o, yarı karanlığın ortasından koca bir pırıltının gözlerimizi almasıydı. Defnelerin, hele de kavakların pırıltısını bilirdim, bilirdim ya, onlar gündüz saatlerinde oynardı bu güzelim oyunu. Oyun dediğime de pek kulak asmayın siz, ne diyeceğimi kestiremedim ki yine.
Dostuma kalırsa, mimozaların karanlığa direnmesi de olabilirdi bu. Onlar da bazı insanlar gibi karanlığı sevmiyordu belki; sevmediğinden de... Bunu usa daha ya(t)kın buldum. Öyle bir iyimserlik, öyle bir rahatlık geldi ki üzerime... Ne benim önemli bir derdim vardı, ne de ülkemizin...
Ama dostumun zamanı azalıyordu. Hızlandık yeniden. Bu kez yolun hemen kıyısında ufarak bir mimoza gördük. Nasıl anlatayım halini? Tam tamına sakat bir mimozaydı. Söylememe gerek var mı, bu hale getirenler bizlerdik elbet. Yine de deli gibi kokuyordu garibim.
III
Dostumu vapura bindirdim, eve döndüm. Bir yanım dingin, öbür yanım keyifsizdi. Sonra meydan bütünüyle keyifsizliğime kaldı. Birilerine kızıyordum ama kimlere? En uygunu dedim sonunda, yolmakla, yağmalamakla, sakat bırakmakla yetinmemeli, kökünden söküvermeli hepsini. Sadece mimozaları değil, her önümüze geleni. Yakılanı yakılır, o arada bir ikisi de denizlere kısmet olur belki. Uzunca bir zaman sonra da yalos olur, uzaklarda bir kıyıya vurur. O öykücü dostum, rastlantıya bakın, yaz günleridir, o kıyılardadır. Tutar, güzel bir yalos öyküsü daha yazar. Neye mi yarar bu?
Bilmem.