Her yeri deniz olan yerlerde büyümenin, insan kimyasına kattıklarını ancak büyüdüğünde, farklı kimyalarla karşılaştığında anlayabiliyor insan. Bizim, yani adalı olanların tuz olur ruhlarında. Büyürken açılan yaralarımıza basmak için.
Hem, herkeste olmayan bir şey daha vardır bizde. "Herkesi sevebilme gücü". Küçücük adanın bize kocaman armağanıdır bu. Herkes, herkesindir adada. Sorunlar, sevinçler, düğünler, ayrılıklar, lodos ve poyrazlarda adaya yanaşamayan gemilerin çaresizliği, yaz sıcağında canı sıkılan çocukların ağaç dallarındaki zaman savurganlıkları, okul müsamereleri, ev hanımlarının gün gezmeleri, okul dönüşlerinde dinlenen radyo programları, gece maaile ev gezmeleri, evde pişen vanilyalı kek kokuları, mahalledeki oyun aralarında yenilen salçalı ve sana yağlı ekmek dilimleri...
Herkes aynı hayatı yaşar adada. Farklı olamayacak kadar aynıyızdır. Çünkü doğa bize "birlikte aynı yerde yaşamayı" öğretir. Nereye gitseniz deniz çıkar karşınıza. Ve der ki: "Birbirinizi sevin! Burada uzun aylar boyunca, yazı ve kışı yaşarken, iyi günde ve kötü günde yardımlaşmayı öğrenerek, bir gönül bağıyla birleştirildiniz. Dışarıdan gelecek her türlü kötülüğe karşı tek nefes olmalısınız. Birbirinizi korumalısınız.
"Rüzgâr bunu fısıldar, adada yaşayan herkesin kulağına. Ve bu, söze dökülmemiş bir anlaşmadır ada halkı arasında. Hangi dinden, hangi ırktan olursa olsun herkes bilir; bir cenazede yan yana olunacağını ve yine herkes bilir düğünlerde birlikte gülüneceğini. Çünkü biz biliriz daha küçücükken, gözyaşının ve gülümseyişlerin farklı Tanrı'sı olmayacağını.
Dostluğu da öğretir ada bize. Yolda yürürken uzak ya da yakından tanısın, herkesin bir selamı olur birbirine. Aynı güneşe uyanmışızdır, aynı gecede yıldızlardan biri kayarken dilek tutacağızdır. Biz, birbirimize bakarken aynadaki kendimizi görürüz. Aynı kaderin farklı kahramanlarıyızdır. Denizin kokusu sinmiş insanların "adalı" olmaları, adalı olmayanlarla birlikte yaşamaya başladıklarında ortaya çıkan bir ayrımdır.
Biz zannederiz ki herkes sevebilir birbirini. Kötülük yapılmayacağını, kimseye zarar verilmeyeceğini, kapısının üstünde anahtar kalsa bile kimsenin evine izinsiz girilmeyeceğini, bir köy kahvesinde ortaya konan fesleğenin kokusunun dile gelmemiş içten bir "hoş geldin" olduğunu, içilen köpüklü kahvenin telvesinde bakılan fallarda umutsuz kalplere taze kelimeler söyleneceğini biz biliriz. Ve zannederiz ki bu hep her yerde ve herkesle böyle olur.
Ada dışına çıkmak, başka topraklarda yaşamak yanılmayı da göze alabilmek demektir aslında. Yanıldığımızı bize öğreten şey "aslında herkesin sevilemez olduğudur". Bu bir yanılsamadır. Yeniden kendimizi yaratabilmek için geç kalmışızdır. Çünkü "başka türlü" olmayı bilmiyoruzdur artık. Kalbimiz ortaya konmuş sudan çıkmış balık gibidir bir anlamda. "Sudan çıkmak" bizi başka sulara götürse de sizinle yeni tanışan "ada" dışındakilerden hep duyacağınız şu söz olacaktır: "Siz adalılar başkasınız." Oysa biz sadece "insan" olmayı, dostluğu, paylaşımı, yoklukta gönül bağlarını bilerek büyümüşüzdür. Dünyanın ortasında; kanadı mavi martıların çırpınışlarını, çocuk kalbimizi, masumiyetimizi gözlerimizde saklamaya çalışıyoruzdur. Belki de adalı olmak budur sadece.
Basit, sade ve naif yaşamak...
Koca dünyanın, kalabalıkların arasında her şeye karşın var olabilmek…
Uzak, yalnız, bir başına. "ADA" olabilmek...
Belgin Önal – İmroz (Gökçeada)