Prens Adaları’nın en büyüğünden yola çıkıp ülkemizin en büyük adasını keşfe koyulduk; Kuzey Ege’de, Türkiye’de güneşin en son battığı yer olan Gökçeada’dayız. Dünyanın ilk sakin adası (City Slow) unvanına sahip Gökçeada, bakir koylarda kulaç atıp sessiz kumsalların tadını çıkarmayı, organik tarım ürünleriyle beslenmeyi seven, lüks değil sükûnet arayan tatilcilere göre.
Çanakkale’ye bağlı Gökçeada’ya Büyükadalı dostlarımız Ertözün çifti ile 15 Ağustos sabahı Eceabat’ın Kabatepe limanından kalkan feribotla bir buçuk saatte ulaştık. Bizi bu tarihte adaya çeken biraz da, Rum köylerinden birinde yapılan ve ünü ülke sınırlarını aşan Meryem Ana Panayırı’nı yerinde görme arzusuydu. Gemi Kuzu Limanı’na yaklaşırken ilk gözümüze çarpan, çorak kayalıklar ve bu kayalıkların eteğindeki, bir karakteristiği olmayan iki katlı betonarme yapılardı. Adanın eski ismi İmroz’un, “çorak topraklardaki bereket tanrısı İmbrasos’tan geldiğini öğrenmiştik. Gerçekten de ada bu haliyle cazip görünmüyordu, içine sokuldukça zeytinliklerin, bağların ve zengin bitki örtüsünün yarattığı tezat bizi şaşırttı.
Aracımızla birkaç dakikada ilçe merkezine vardığımızda, ilk molamızı bir kafede verdik ve buruk bir lezzet olan Apurna şurubundan içip adanın meşhur bademli kurabiyelerinin tadına baktık. Aşağı Kaleköy’de geniş bir meyve bahçesinin içindeki üç katlı bir bina ile müstakil evlerden oluşan otelimize yerleştikten sonra ilk işimiz yakın mesafedeki, Su Altı Milli Parkı’nın da bulunduğu Yıldızkoy’a gidip kendimizi masmavi sulara bırakmak oldu. Taşlık olan koy Kaşkaval Burnu’na kadar uzanıyor ve burası kayaların peynir kalıpları gibi üst üste dizilmiş şeklinden dolayı Peynir Kayalıkları olarak anılıyor.
Aynı gün öğleden sonra eski adı Agridia olan Tepeköy’e çıktık. 1964’e kadar dokuma atölyeleri, peynir, zeytinyağı ve sabun imalathaneleri ile hareketli bir hayatın hüküm sürdüğü ve 1200 dolayında Rum’un yaşadığı köy, Kıbrıs olaylarının etkisiyle adeta nüfus erozyonuna uğramış. Evlerin çoğu terkedildikten sonra bakımsızlıktan viraneye dönmüş. Bugün yerleşik 140 dolayında nüfusa sahip köy, her yıl 15 Ağustos’ta başta Amerika ve Avusturalya olmak üzere dünyanın dört bir yanından gelen Rumların katıldığı Meryem Ana Panayırı sayesinde eski günleriyle özlem gideriyor. Bu canlanmada, terkettiği köyüne yıllar sonra geri dönüp bir taverna açan, pansiyonculuğa başlayan Barba Yorgo’nun etkisi büyük olmuş. Biz de köye varır varmaz Barba Yorgo’nun tavernasında yemek için yer ayırtıp, iri kaldı-rım taşı döşeli sokakları arşınlamaya koyulduk. Köyün 1832’de yapılmış Evangelismos Teotoku adlı kilisesi, geçtiğimiz Mayıs’ta meydana gelen depremde zarar görmüş. Dar sokaklardaki evlerden birinin önünde karşılaştığımız bir Rum Hanım, Beyoğlu’ndan Atina’ya göç ettiğini ve yazları Gökçeada’daki evinde kaldığını söyledi, bizim adalı olduğumuzu öğrenince, “Büyükada’da eskiden çok arkadaşım vardı” dedi. Daha sonra Agridia kafede, sahibi Cumhur Bey’in ikram ettiği ahududu şurubundan içip köyde yetiştirilen keçilerin sütlerinden üretilen peynirin ve Marmaros bölgesinden elde edilen balın tadına baktık.
Panayır etkinliği başlamadan önce Barba Yorgo’ya dönüp, mezelerden ve adanın ünlü oğlak etinden tattık. Lokantanın bir köşesine, üzerinde “gayri milli içecek” yazan küçük bir şarap fıçısı yerleştirilmişti, duvardaki panoda ise Barba Yorgo’nun şu dizeleri yer alıyordu: “İki yabancı gibi karşılıklı iki yakada, uzo ve rakı ile dumanlı kafaları, dillerinde aynı şarkı, dudaklarında aynı tebessüm, kim inanır ki, düş-man olduklarına.” 76 yaşındaki Yorgo’nun kaç yıldır adadasınız diye soranlara verdiği cevap da anlamlıydı: Dört bin senedir buradayım!
Yemek sonrası gittiğimiz panayırda, masalara beyaz örtüler serilmiş, misafirler şık giysileri ile sofralarda yerlerini almış, köy kadınlarının evlerinde hazırladıkları yiyecekler büyük tepsilerle servis edilmeye başlanmıştı. Masaların çevresi kimileri adadan ve Çanakkale’den gelmiş, kimileri turlarla başka şehirlerden pana-yırı izlemeye getirilmiş meraklılarca kuşatılmıştı. Aralarında kendilerine oturacak yer ve ilgi gösterilmediği için söylenenler vardı. Oysa bütün masalar önceden, özellikle yurt dışından gelen eski adalı misafirler için rezerve edilmişti. Medyada son yıllarda sıkça yer verilen Meryem Ana etkinliklerini duyup gelenlerin fazlalığı köylüleri özel günlerini dilediklerince kutlayamaz hale getirmiş olmalıydı ki, canlı müzik eşliğinde eğlencenin başlaması her yıl daha ileri saate alınıyordu. Biz de kuru kalabalığın bir parçası olmaktansa tekrar Agridia kafeye gidip bazı adalılarla sohbet ettik. Öğrendik ki Rum köylerinde Rumların yanında “Burası gavur köyü mü?” diye soranlar oluyormuş. Rumların yoğun olarak yaşadığı zamanlarda adanın daha çok çalışılıp üretilen ve daha medeni bir hayat yaşanılan bir yerleşim olduğunu anlattılar. Özellikle mahkûmların tarım işleri için serbestçe dolaştığı yarı açık cezaevinin kurulduğu yıllarda, adada yaşanan bazı tehdit, tecavüz ve tapu gaspı vakalarının Rumların göçünü hızlandırdığını dinledik. Gökçeada’da yaşananlar bizim Prens Adaları’mızda Rum vatandaşları evlerinden, yurtlarından eden olaylarla benzerlik gösteriyordu.
Adadaki ikinci günümüzde, güney sahillerini boydan boya dolaştık, yol boyu kamping alanları ile Bulgar ve Romenlere ait karavanların fazlalığı dikkatimizi çekti. Daha sonra Didim’in Altınkum plajını andıran Aydıncık plajından denize girdik. Bir sörf okulunun bulunduğu plajda, öğle saatlerinde sörf öğrencilerinin yelkenleri rengârenk bir görüntü oluşturdu. Aydıncık sahilindeki Tuz Gölü ise yaz aylarında kuruyor, şifalı olduğuna inanılan siyah çamurunu tatilciler vücutlarına sıvıyor. Öğleden sonra Laz koyuna uğrayıp, son molamızı güneybatıdaki Uğurlu Gizli Liman’da verdik. Aynı zamanda Türkiye’nin en batı ucunu oluşturan bu noktada deniz dalgasız, kumlar tabanlarımızı yakacak kadar sıcaktı. Adanın her köşesinde karşımıza çıkan, ormanlık alanlarda ağaç gövdelerine kafalarını dayayarak uyuklayan, kına ya da numara ile işaretlendirilmiş, sahipli de olsa özgürce gezinebildikleri için mutlu keçiler, kumsalda da dolaşıp tatilcilerin çıkınlarına burunlarını sokuyor, tatilciler de onları yiyeceklerine ortak ediyordu.
Uğurlu’dan ayrılıp masmavi iki göletle yemyeşil çamlar ve zeytinliklerin çevrelediği Dereköy yolunu takip ederek Kaleköy’deki otelimize döndük. Aynı akşam adanın en güzel ve en canlı Rum köyü olduğu söylenen Zeytinliköy’e çıktık. Fener Rum Patriği Bartholomeos’un doğum yeri olan köyde her yıl 23 Ağustos’ta Panayır’ın kapanış ayini yapılıyor. Burada ünü ada sınırlarını aşan Madam’ın Kahvesi’ne uğrayıp, vefat eden madamın oğlunun yaptığı dibek kahvesinden içtik. BJK’lı Hristo diye ünlenen ancak yıllar önce vefat etmiş Hristo’yla isim benzerliğini kullandığını sonradan öğrendiğimiz tatlıcıda kısa bir mola verdik. Hristo’nun namı gerçek olmasa da tatlıları özellikle de krem karameli gerçekten nefisti. Günbatımına doğru aşağı Kaleköy’e geçip sahildeki balık lokantalarından birinde yemek yedik. Adanın genelindeki sakinliğe karşılık oldukça canlı olan limanda yemekli gezi tekneleri müşterilerini bekliyordu.
Adadaki 3. günümüzde adanın batısındaki tek Rum köyü olan Dereköy’e gittik, halen 50 kadarı Rum, 250 kişinin yaşadığı köyün girişindeki minik meydanda büyük bir çınar ağacı vardı, altındaki masalar sabah kahvelerini içen köylüler ve ziyaretçilerle doluydu. Köyde gri sıvalı duvarları ile kasvetli bir görüntü oluşturan terkedilmiş çok sayıda ev bulunuyordu. Eski ve büyük bir çamaşırhanesi olan köyün karşı cephesinde bir kilise ile mezarlık vardı, mezarlık kapısından başımı uzattığımda 1870’lerde doğmuş adalıların mezarlarını görüp huzur içinde uyumalarını diledim.
Dereköy’den sonra yönümüzü kuzeybatıdaki Marmaros şelalesine çevirdik. Şelaleye araçla ulaşamayacağımızı ve yarım saatlik bir yürüyüş yapmamız gerektiğini öğrendik. Adadaki son günümüzde denizin tadını daha fazla çıkarabilmek için yeniden Gizli Liman’ın yolunu tuttuk. Akşama doğru hava bulutlanmaya başladı, kuvvetlenen rüzgâr ardından yağmuru getirdi. Yağ-mura aldırmadan, Cenevizlilerden kalma İskiter kalesi kalıntılarının da bulunduğu Yukarı Kaleköy’e çıktık, nefes kesici manzaraya hâkim bir restoranda adanın ünlü kılıç şişinin ve mezelerinin tadına bakarken, kuzeyde silueti seçilen Semadirek adasını ve bulutların arasından sıyrılan güneşin batışını izledik.
Adadaki son gecemizde tekrar gittiğimiz Zeytinliköy’ün girişinde uzun araç konvoyunu görünce bir gün önce tesadüfen tanıdığımız bir adalının köy lokalinde düğünü olduğunu hatırladık. Rum damat bizi güler yüzle karşılayıp konuğu olmamızı istedi, hemen hazırlanan sofrada bize şarapla meyve ikram edildi. Daha sonra bir kez daha Hristo’nun tatlıcı-sının yolunu tuttuk, Hristo, Lefter’in kendisinden 8 yaş küçük ve futbolda çok daha iyi olduğunu söylerken hala BJK’lı rolüne devam ediyordu. Son durağımız Madam’ın Kahvesi’ydi, burada dibek kahvesi ile geceyi noktalarken, madamın oğlundan, kalabalıkların ilgisinden nasıl muzdarip olduklarını dinledik. Oysa minicik Büyükada’ya gelen devasa kalabalıklar yanında 286 kilometrekarelik Gökçeada’nın kalabalıklığının lafı bile olmazdı.
Organik ada
Gökçeada’da Kaymakamlık ve İlçe Tarım
Müdürlüğü tarafından desteklenen organik
tarım zeytincilikle başlayıp bal, şarap, süt
ürünleri üretimi ile devam etmiş. Uzun yıllardır kimyasal ilaç ve gübrenin kullanılmadığı
Gökçeada’da hedef, “organik tarım adası”
olarak dünya ölçeğinde tanınmak. Ada şarapları organik üretim sertifikalı bağlardan toplanan üzümlerden üretiliyor. Adanın son yıllardaki kâbusu ise Marmaros’ta altın sondajı
yapılacağına ilişkin iddialar ve gemilerin atık
sularını boşaltacakları sintine tesisinin kurulması için feribot limanı yanında yer verildiğine ilişkin açıklamalar. Her iki senaryonun
gerçekleşmesi halinde de kekik kokulu adanın
sonunun geleceği çevrecilerce ifade ediliyor.
Fatih zamanında alındı
Ada 1456’da Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı topraklarına katıldı ve 466 yıl Osmanlı idaresinde kaldı. Balkan harbi sırasında İtalyanların,
1. Dünya Savaşı’nda İngilizlerin, kısa bir süre de
Yunanistan’ın idaresine geçen İmroz, Lozan Antlaşması ile 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’ne verildi
ve ismi 1970’de Bakanlar Kurulu kararı ile Gökçeada olarak değiştirildi. Ada merkez ilçeye bağlı
9 köyden oluşuyor. Zamanında korsan saldırılarından korunmak amacıyla yüksek ve denizden uzak
bölgelere kurulan tarihi Rum köyleri Bademli,
Zeytinli, Tepeköy ve Dereköy kentsel sit alanı ilan
edilerek koruma altına alındı. Kaleköy’ün güneybatısında yer alan Yenibademli Höyüğü’nden çıkarı-lan buluntular adada 4 bin yıldır yerleşim olduğuna
işaret ediyor