Evet, bu yasağı elli sekiz yıllık sevgili eşim Nimet koydu. Çünkü hastane kayıtlarına göre Adamız, hafta başı olan Pazartesi gününü, en az kazazede ile atlatıyormuş. Diğer günlerde, Büyükada sokaklarında bisiklete binmek tehlikeli olduğundan bana yasaklandı.
Pazartesi günü bir bayrama veya yağışlı havaya rastlarsa, o gün de YASAK kapsamına girermiş! Anlayacağınız, bu yasaklamalarla, emektar bisikletimin bedelini bir türlü amorti edemeyeceğim.
Yasağa itiraz edemiyorum. Çünkü Pazartesi’den başka günlerde adamıza gelen sayın ziyaretçiler, saf halinde yürüdüklerinde, bisikletlilere pek geçit vermezler.
Bisikletli misafirlerimiz ise, ödedikleri para karşılığında Büyükada’ya sahiplendiklerini sanarak, sokak ve caddelerimizi, fütursuzca işgal ettiklerinden Adalı bisikletliler, bu keşmekeşten kaza çıkmaması için, mecburen benim gibi yayan yürür veya bisiklete binenler, nezaketen adamızı şereflendiren acemilere yol vermek istediklerinde kargaşanın heyecanıyla kaldırımlardaki ağaçlara kendileri kütler!
Antrenman yaparken arkalarından gelene aldırış etmeden S’ler çizerek caddenin orta yerinde bisikletini sendeleterek, düz hat gidemeyen acemi çaylaklara ne demeli?
Bu misafirlerimize ikaz mahiyetinde: “Lütfen sağdan gidiniz!” dense, zikzak çizerek kurtulmak istediklerinde, daha da fazla tehlike arz edebileceklerinden veya günümüzü zehir edebilecek mantıksız bir cevapla karşılaşabileceğimizden, bizlere susmak düşer.
Yokuşun aşağısına doğru, hem de pedal çevirerek son süratle inenler var ki, onlar ölümü göze almış sportmen kahramanlarımızdandır. Nitekim hastane raporları bunu kanıtlamaktadır.
Çizgi hayat kurtarır
Haftanın kalabalık altı günü, aynı zamanda, faytonlar için işlerin en çok yaver gittiği günlerdir. Saat kulesi etrafında, güneş altında uzun zaman sıra beklemekten bitkin hale düşen zavallı yerli veya yabancı turisti aldıktan sonra, bir an evvel tekrar duraktaki sıraya dönüp sıcaktan erimekte olan yeni müşteriyi alabilmek için, dörtnala gider vefakâr atlarımız.
Faytoncunun biri önündeki bisikletliye: “Kardeş sağa kaçsana” diye seslenirse, bisikletlinin, kaldırım kenarında dikilen ağaçlara veya elektrik direğine veya trafik işaret direği arasında sıkışması olasılığı var. Bu durumda bisikletçinin sol bacağı at arabasının tekerleğinin poryasına sürtüp yaralanabilir, bisikletin jantı sağ taraftaki kaldırıma çarparak kıvrılabilir, adamcağızın eli, kolu zedelenebilir veya Allah korusun, kafası önüne çıkan ilk direğe çarpabilir.
İskeleye bir an evvel dönebilmek için önünden giden yorgun bir arabayı geçmek niyetiyle atağa geçip öndekini sollamak, en güzel ve doğru yol olmakla beraber, bunu yapanlar, çok defa karşıdan gelen sürücüyü umursamaz!
İşte bu karamsar durum karşısında karşıdan gelen sürücü ne yapsın? Şu anda bu dehşet tabloyu düşünmek dahi zihni karartıyor. Ya sağındaki kaldırıma yaklaşmak var veya ona doğru gelen iki arabanın arasından sıyrılarak geçmek veya morali sabahtan bozuksa her şeyin bittiğini düşünüp karşısından gelen dört atın arasına kendini atıp gözlerini kapar, olabileceğine teslim olur ve bir müddet sonra gözlerini cennette açar.
Şimdi anlatacağım durum, tenha bir hafta başı günü yaşandı. Ümit ederim eşim bunu okumaz, zira okuyacak olursa, bisiklete binmemi tamamıyla yasaklar.
Bisikletimle yolun sağından giderken, beni geçmek için arkamdan nizami şekilde hizama gelen faytonun arkasından, daha hızlı gelip solundan geçmek isteyen ikinci bir fayton belirdi. Üçümüz saf halinde Nizam yolunun keskin sol dönemecine vardığımızda birden karşı yönden suratla gelen benzinli bir otomobil belirmez mi? Faytonların ikisi de aynı hızla yan yana yapışık şekilde sağa doğru kaçıştıklarında, burun buruna gelen otoya dar bir geçit verdilerse de beni tamamıyla yolun sağ tarafına sıkıştırmak mecburiyetinde kaldılar. Süratlenip kurtulmak veya yavaşlayıp arkada kalmak seçeneklerinden birini tercih etmem gerekiyordu. Atağa geçip ileriye pedal çevirdim. Geride kalsaydım, faytonun poyrası bacağımı yırtabilirdi.
Sürücülerin çoğu, yolların eğiminden dolayı yanlara kaymamak için, yolun ‘hattı bala’sından, yani en yüksek olan orta yerinden gitmekten hoşlanır. Ve çok kere karşılıklı olarak burun buruna gelmeleri kaçınılmaz. İnatçı keçiler misali… Vaktiniz bol ise, oturup seyredin gümbürtüyü… Halen, yolun sağından gitme kuralını bilmeyenlerin veya kuralı tanımak istemeyenlerin var olduğuna tanık olursunuz.
Çift yönlü yollarımızın hattı balasını, yol çizgileriyle boyamak gerek. Bütün yollar ortadan boya ile bölünse her sürücü kendi kanalında kalır; sollamak gerektiğinde, dönüş kanalı serbestse oraya geçer ve sonra tekrar kendi kanalına döner.
Kaldırım hayat kurtarır
Yayaların caddeleri işgal etmelerinde hakları var. Çünkü kaldırımlarımızda, birkaç adım attıktan sonra ilerleme imkânı yok. Yıllar boyunca, tasarımı, farklı ekolden mezun mühendisler tarafından, farklı ekiplerin görüş ve zevklerine göre, farklı stilde ve farklı malzeme ile döşendiklerinden dolayı ayak takılmalarına ve bilhassa gece karanlığında ciddi tehlikeler arz etmektedirler. Adım atılacak yerlerde, ağaç, direk, telefon dolabı, çöp kutusu, konteyner, hatta esnaf erbabının hatıra eşyası stantları var. İlaveten, kökü sökülmemiş eski direk uçları, ağaç kütüğü, telefon, elektrik, gaz kutuları ve de bazı bölgelerde istenerek dalgalı inşa edilmiş olmalarından ötürü yüründüğünde, lodos fırtınasına kapılmışçasına sendelemeye ve düşmeye sebebiyet veren eğrili yaya yolları var. Sözün kısası Büyükada’da kaldırımda yürümek maharet ister. Pusetliye, çocukluya, yaşlıya, engelliye güven vermiyor.
Lokantalara kiralanan kaldırım ve kaldırım önleri, yayalara geçit vermediğinden mecburen insan ana yolda yürümek durumdadır. Bir de kaldırımlarda park etmiş değişik ebatta motorlu ve motorsuz araçlar saltanatı hâkim. Zaten kaldırımları kullanan pek kimse yok! Ha varmışlar ha yokmuşlar. Boşuna masraf yapılmış.
Bu durumda faytoncu ne yapsın? Bisiklet sürücüsü ne yapsın? Kafasında kask, pantolon eteğinde maşa- mandal kullansa da kazayı önler mi? Yaya seli ortalıkta iken…
Büyükada’da motorlu araç sevdası hüküm süreceğine göre, tüm adada en az iki kişinin rahatlıkla yan yana yürüyebileceği genişlikte ve önlerinde hiçbir engel bulunmayacak rahat kaldırımlara ihtiyaç var.
Eğitim hayat kurtarır
Trafik kurallarına vakıf olan kişi, olabilecek kazaların en kritik, en karmaşık durumlarında dahi hem kendini ve de trafikteki diğer vatandaşları zor durumdan kurtarabilir.
Yıl 1952, Ankara Yedek Subay Ordudonatım Okulu’ndayız. Bilindiği gibi Ordudonatım sınıfı, Ordu birliklerine hareket kabiliyetini ve ateş kudretini sağlamakla görevli teknik hizmet sınıfıdır. Bu amaçla, motorlu araçların ihtiyacı olacak şoför eğitiminin nasıl verileceğini genç yedek subay adaylarına öğretiliyordu.
Hiç unutmam, bizi “çivi gibi” yetiştirmeğe ısrarlı olan kıdemli yüzbaşımız, çok önemli addettiği bu hususu, ısrarla şoför adaylarına anlatmamızı önerirdi: “Motorlu vasıtaların farları, insan gözü vazifesini görmez; köyünde, at, merkep sırtında yol alan veya kağnı arabası süren, hatta tarlada çift güden sürücünün, arada sırada kestirmesi olabilir. Çünkü önünde çıkabilecek engeli, nasılsa hayvanın göreceğine güvenir. Lakin motorlu vasıta kullananın, her an uyanık… vs.”
Sensorlu, radarlı yeni buluşlar sayesinde, bu nasihat önümüzdeki yıllarında önemini yitirebilir.
Zamanında, bisiklet kullananlara dahi ehliyet mecburiyeti vardı. Ben on altı yaşımda bisiklet ehliyetimi almıştım. Eşim ise 1956’da, nişanlandığımızda, Büyükada’da birlikte gezebilmek için almıştı ehliyetini. O zamanlar, sözlü trafik bilgisi sınavına ilaveten tatbiki sınav olarak Dolmabahçe’de, saray ile cami arasındaki, bugün otopark olan sahada, belirlenen bir alan içerisinde bisikletle sekiz rakamını çizmek mecburiyeti vardı.
Şimdi iki tekerlekliden terfi olundu ve tekerlek miktarı üçe hatta dörtte çıktı. Tekerlek saltanatı aldı yürüdü. (Elektro-mobilini yeni satın alan sürücünün ilk günlerindeki tepeden bakma kibirli bakışları incelenmeye değer.) Motorları sessiz olduğundan, tamponunun arkanıza yapıştığını hissetmezsiniz… Hizanıza yaklaşıp sizi sıyırarak geçtiklerinde, “ah pardon” diyen sürücü değil, yaya oluyor genelde… Çünkü yüksekte oturan sürücü, Büyük Prens Adasının Hâkimi pozisyonundadır. Lakin direksiyona olan hâkimiyet derecesini bilemediğinizden, endişeli adımlarla uzaklaşıp bir an evvel evimize varmayı ve bu kaostan kurtulmayı düşünürüz sokaktayken.
1934’te Ekrem Reşit Rey tarafından yazılan operetteki, Cemal Reşit Rey tarafından şarkılanan Nazım Hikmet Ran’ın şiirini hatırlıyor musunuz?
“Lüküs hayat, lüküs hayat, bak keyfine yan gel de yat,
Ne güzel şey, oh ne rahat, yoktur eşin lüküs hayat.
Şişli’de bir apartıman, yoksa eğer halin yaman,
Nikel kübik mobilyalar, duvarda yağlı boyalar,
İki tane otomobil, biri açık, biri değil,
Aşçı, uşak, hizmetçiler, dolu mutfak, dolu kiler,
Hanım gider, sen gidersin, gündüzleri çaydan çaya,
Gece olur, davetlisin, ya dineye ya baloya.
Yaz gelince Adadasın, mayo giymiş kumlardasın,
Etrafında güzel kızlar, canın çeker, burnun sızlar.
Lüküs hayat, lüküs hayat, bak keyfine yan gel de yat,
Ne güzel şey, oh ne rahat, yoktur eşin lüküs hayat.”
On beş milyon nüfuslu İstanbul’da, motorlu araç sayısı üç milyon olmasına kıyasla, hafta sonu yüz bin kişiye ulaşan Büyükada’nın yirmi bin motorlu araca hakkı yok mu? Hatta Büyükadalı Lüküs Prens ve Prenseslerimize, kişi başına yazlık kışlık olarak ikişer vasıta yakışmaz mı? Biri açık, biri değil!
Darısı başınıza!