Değerli Adalı Dergisi Dostlarım,
Sizleri bilemem, fakat ben büyüklerimin yaşadıkları yörelerini ziyaret etmekten hoşlandığımdan, bilhassa emekli olduğumdan beri, babamın ecdadının beş yüz küsur yıl yaşamış oldukları Ankara’nın Hoca Hindi, Hacendi, Yeğenbey, İstiklal, Sakalar gibi değişik isimlerle anılan eski Yahudi Mahallesinde dolaşmaktan hoşlanırım. Seyahatlerimi ilkbaharlarda, 23 Nisan 19 Mayıs arasında ve de sonbaharlarda Ekim Kasım günlerine rastlatmakla ortamı daha renkli bulurum. Eski zamana yolculuk etmekten öte, bu tarihlerde, milli günlerimizi yâd etmenin heyecanını da yaşamış oluyorum.
Ankara şehri de İstanbul gibi kalabalıklaştı. Günün her saatinde eksik olmayan insan selleri durmadan bir yerden bir yere akmakta... Gün boyu hiç utanmadan ortalıkta gururla gezinen çoluk, çocuk, genç, yaşlı erkek, kadın görebiliyoruz. Bunların okulları yok mu? Meslekleri yok mu? Bu insanlar nereden nereye gidiyor? Gün boyu kaldırımlarda, koşuşmaktaki gayeleri ne?
Hâlbuki 1950’lerde, Ordu Donatım Yedek Subay Okulu’nda okuduğum yıllarda, mesai saatleri süresince şehrin caddeleri bomboştu. Şehir, terkedilmiş intibaını verirdi dışardan gelen insana... Gündüz saatlerinde, yaşlılardan veya pusetle bebeklerini gezdiren hanımlardan başka sokaklarda görünen kişiler ayıplanırdı. Mesai saatleri sonunda ise tertemiz bakımlı caddelerde, düzgün giyimli ve düzgün yürümesini bilen, başlarını repüblik fötr Borsalino şapkası ile örten Ankaralı beyler, bambaşka bir asalet ve saygınlık kazandırırdı Türkiye’nin başşehrine...
***
Ben yürümeyi sevdiğim için Büyükada’da motorize değilim. Yüksek-Hızlı-Tren ile Ankara Gar’ına varıp yakınındaki otele yerleştikten hemen sonra Gençlik Parkı, İkinci Meclis Binası, Birinci Meclis Binası, Ulus, Hacı Bayram Veli Camii, Anafartalar caddesinde yayan yürüme sporumu yaparak beş yüz yıllık Büyükbabamın mahallesine ulaşırım.
Mahalleye vardığımda, etraf her ne kadar metruk bir vaziyette ise de, daracık sokaklarını karış karış gezmekten hoşlanırım. Kafama bir panjur, bir kalas veya balkon demiri düşmesi tehlikelerine rağmen, birileri bana “hemşeri, sen kimi arıyorsun” sorana kadar dolaşırım. Aklımca ecdatlarımı ziyaret etmiş, onlarla muhabbet etmiş oluyorum. Kafama, cevabı olmayan sualler takılır... Dedemler, ninemler teyzelerim, amcalarım ne konuşurdu, köşedeki çeşmeden evlerine suyu ne türden bir kap ile taşırlardı? Bacılarımız, hanım kızlarımız, sarkık cumbalardan ne tür dedikodular, ne tür yemek tarifleri iletilirlerdi biri birlerine? Fransız okulunun yirmi adım ötesindeki havradan çıkan erkekler, ne tür siyasi veya iktisadi mevzular tartışırdı? Kız çocukları sek-sek mi zıplar, erkek çocukları telden çember peşinde mi koşar veya uçurtma mı uçururlardı?
Ecdatlarımla birlikte yaşayamadıklarımı, şimdi yaşamak arzum, geçmiş olayları anmak, heves zincirimin bir halkasıdır. 1937’lerde, İlkokulda iken, değerli öğretmenlerimiz, Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişini anlattıklarında, hele hele okulumuzun Müdür Vekili Merhum Tarihçi Galip Vardar’ın heyecan dolu konuşmalarıyla, edebiyatçı Saim Eren’in anlattığı savaş hatıralarıyla, Ankara’daki Kurtuluş Savaşı Müzesi ve Ankara Cumhuriyet Müzesini ziyaret ettiğimde, okuduğum, dinlediğim tarihi olayları bizzat yaşamış oluyorum.
Geçen hafta, bu hisler ve düşüncelerle Ulu Önder Atatürk’ün Anıt Kabri’ni ziyaret ettikten sonra, genelde gurup halindeki gezilerde, ziyaretine pek vakit kalmayan alt kattaki müzeyi, doya doya gezdim.
Bu tür ziyaretleri, tek başıma, kimse ile konuşmadan, vicdanımın sesine kulak vererek dolaşmayı severim. Orada canlandırılan Çanakkale, Sakarya, Büyük Taarruz savaş sahnelerini canlandırmak için kurulan ses düzenine kendimi kaptırdığımda, o günleri yaşamış oluyor, bugünün değerini daha da güzel kavramış oluyorum.
Anıtkabir inşa edilene kadar, on beş yıl müddetince, Ulu Önder Atatürk’ün Naaş’ı, Etnografya Müzesindeki katafalk’ta bekletildiğinden, o binayı da ziyaret etmek ihtiyacını duyarım. Bu müzenin salonlarında canlandırılan Ankara folkloru sahnelerindeki kişilerin giyim ve kuşamlarında, günlük yaşayışlarında kullandıkları zamanın takım ve edevatlarını dakikalarca seyreder, ecdadımı bu kıyafetlerle karşımda görür gibi olurum.
Bu folklorik eserleri barındıran Osmanlı Mimarisinin şahane örneklerinden biri olan binanın yanındaki eski Türk Ocakları Binasının Resim Heykel Müzesine dönüştürüldüğü malumunuzdur. Müzede fazla heykel yoksa da, barındırdığı klasik ve çağdaş Türk Ressamlarının eserleri görülmeye değer. Sırası gelmişken belirteyim; bu müze saat 12 ile 13 arası ziyarete kapatılıyor. Hava güzelse, iki bina arasındaki açık kafeteryada oturur, paydoslarından istifade eden civardaki Numune Hastanesinden gelen doktor ve hastabakıcılarla sohbet edebilirsiniz.
***
Ankara’dan ve Anadolu’dan bahis açılmışken, bu topraklarda gelip geçmiş medeniyetlerini yaşamak için eski Mahmut Paşa Bedesteni ve Kurşunlu Han’da barındırılan Anadolu Medeniyetleri Müzesini mutlaka ziyaret etmenizi öneririm. Müzede, yeni buluntular ve modern teknoloji imkânlarıyla, teşhiri ve anlatım üslubu zenginleştirilen salonlarını, hele alt kattaki, sırf Ankara ile ilgili bölümü, ziyaretçiyi büyülüyor ve beni, Ankaralı olmamdan olayı, müthiş duygulandırıyor, gururlandırıyor.
Sevgili Adalı Dergisi Dostlarım, bir fırsat yaratıp Pendik İstasyonundan YHT ile Ankara’ya mutlaka gidiniz. Anadolu Medeniyetleri Müzesini gezdikten sonra da, Kale’ye çıkıp, kale içinde restore edilen eski Ankara evlerini geziniz. Orada, orta şekerli bir Türk Kahvesi yudumladıktan sonra, çıkışta, At Pazarı veya Hisar Meydanı denen alanın sol tarafında, Anadolu’nun eski yığma ve kesme taştan inşa edilen beş asırlık Çengel Han’ı, Safran Han’ı ve Çukur Han’ı mutlaka ziyaret ediniz. Bu tarihi yapılar, bugün Rahmi Koç Sanayi Müzesini barındırmaktadır. Alanın sağ tarafında ise, işlevini yitirmiş eski yapıları geçmişe uygun olarak onararak Arkeoloji ve Sanat Müzesine dönüştüren Yüksel Erimtan Müzesi’ni ziyaret ediniz.
Atalarımız bu eski yapılarda, zamanında yemeni mi, çarık mı, basma kumaşı mı, hırdavat mı, cam mı, zücaciye mi, bakla mı, saman mı, ipek mi, at mı, deve mi, yulaf mı sattıkları meçhul. Fakat bugün, burada ilim, sanat, güzellik, geçmiş yaşantılar, hatıralar, tarih, arkeoloji ve bilhassa atalarımızın anıları var, onları anmak var.
Vaktim yok demeyin, ilerde giderim de demeyin, gördükten sonra ileride tekrar gitmek isteyeceğinizden ve bu defa değişik hazlar tadacağınızdan eminim. Eski bedesten ve iş hanlarının değişimlerini görürken, bugünkü A. V. M. lerin, on-line alışveriş sistemine yönelmemizle, yakında işlevlerini yitirip neye dönüşecekleri zaman gösterecek... Zira Eski Yahudi Mahallesi, tam bir harabe halinde. İnşallah günün birinde, Safranbolu Evleri gibi veya Ankara’nın Kale içi Evleri, yeni Odun Pazarı Mahallesi, Bent Deresi, Hamamönü yöresindeki restorasyonlardaki gibi Ankara’ya yakışır şekilde kazandırılır.
Kaledeki bu mekânları ziyaretten sonra, inişe geçmek için bu defa Anadolu Medeniyetleri Müzesi yolu yerine Koç Müzesi yolunu seçerseniz, aşağıya vardığınızda, müzeye çevrilip ziyarete açılan Ulucanlar Hapishanesini ziyaret edebilirsiniz.
Acı hatıralar barındıran bu ziyaretin sonrasında tatlı anlar yaşamak için tatlıcıların, kafelerin ve lokantaların bulunduğu ve Ankara’nın en son restore edilen Hamanönü Odun Pazarı mahallesini öneririm.
Acı ve tatlı hatıralar, hayatta yan yana bulunmakta, ardı ardına yaşanmaktadır. Bu günlerde Cumhuriyet Bayramını şenliklerle kutlarken, birkaç gün sonra, genç denecek yaşta kaybettiğimiz Ulu Önderimiz ve yaşıtlarım için varlığımızın bir parçası olan Büyük İnsan, Atatürk için üzüleceğiz. Geçmişimizi unutmayalım ve Atalarımızı her fırsatta analım.
Şehitlerimizin ve Ulu Önderimiz Atatürk’ün Aziz Ruhları Şad olsun!