Bu günlerde biraz bozukum dostlar, bazı tatsızlıklar yaşadım, moralsizim, bezginim. Bayıltıcı sıcaklarda şehrin gürültüsüne katlanmanın yarattığı stres de bir yandan… Kendimi hiç bu kadar dibe vurmuş hissetmemiştim. “Canım” diyene “Canın çıksın” deme modundayım.
Bilirsiniz, herkesin kendine göre bir stresle başa çıkma metodu vardır. Kimi, alışverişe sarar, kimi gezer, kimi eşi dostu arar dertleşir, kimi de kapanır, susar, benim gibi. Bu yıl “Yazın ne yaptın?” sorusuna vereceğim cevap “Eve kapandım” olacak. Evim evim, huzurlu evim… Canım ne isterse onu yaptığım ya da hiçbir şey yapmadığım evim. Ama bu aralar feci şekilde nostaljiye sarmış durumdayım. Teknolojiyi nostalji amaçlı kullanır oldum. Hem de dışarıdaki gürültüye rağmen. Ki o kısıma sonra geleceğim.
Çocukluğumda, gençliğimde izlediğim filmleri yeniden izliyor, o yıllarda yüzlerini bile görmeden, sesleriyle aşık olduğumuz şarkıcıların, en sevdiğim şarkılarını bulup buluşturuyor, eski konserlerini falan izliyorum. Tek tük birkaç fotoğrafını görüp, gençlik fantezilerimize kattığımız ünlülerin o zamanki ve şimdiki görüntülerini kıyaslıyor; “Vay be ne olmuşlar” diyorum ve akabinde “vay be ne olduk”a hatta “ne olacağız”a bağlıyorum.
Bu bölüm yaşıtlarıma gitsin. Adriano Celentano pek yakışıklı değildi ama karizmatikti, sevdalısıydım, yakınlarım bilir. Eh 70’lerini sürüyor ve bence hâlâ karizmatik. Leny Escudero’yu hatırladınız mı? “Pour une amourette” diye bir şarkısı vardı hani, pek severdim, pek çekici bulurdum. Geçen yıl 82 yaşında ölmüş, iki yıl önce verdiği bir röportajı izledim, sırım gibiydi ama kurumuş bir çalı fasulyesine dönmüştü. Buna karşılık Hugues Aufrey 87 yaşında, çok dinç ve çok yakışıklı. Alain Delon gibi. Enrico Macias davul gibi olmuş. Adamo da oldukça iyi…
Daha çok var ama uzatmayacağım. Bir de eski filmler var. Hitchkock’un “Arka Pencere”si mesela, son sahnesi çocukluğumun kâbusu olmuştu. İzledim, harikaydı. Sonra Antony Perkins’le İngrid Bergman’ın oynadığı “Brahms’ı sever misiniz?” Ay ne güzelmiş. Sıra sıra izlemeye niyetlendiğim daha epey film var, gözlerim dayanırsa. Tabii bu konular, “Game of thrones”un tüm son sezonu, “Yüzüklerin efendisi” ve “Hobbit” üçlemeleri, kamera arkası ve çekim hileleriyle izlenip sindirildikten sonra ilgimi çekti. Bunalımdayım galiba değil mi?
Neyse gürültüye geliyorum. Yazarken genelde, ferahlık niyetine biraz mizaha sarmak isterim. Severim, bazen kara da olsa, her durumda gizlice varlığını sürdüren sinsi mizahı deşmeyi, gülmeyi, güldürmeyi. Niyetim o ama bu kez olmuyor, bulunduğum gürültülü ortam buna izin vermiyor. Çoook gürültülü… Gündüzden geceye, geceden sabaha; her an. Bildiniz mi neresi? Evim, evim. Pek sevdiğim, sığınak bellediğim, bitkilerimle can cana, anılarımla iç içe, karşımdaki dev çınarlarla göz göze yaşadığım ev. Eh evin kendisi değil tabii, dışı. Kışın nispeten idare ediyor da bu sıcaklarda azıcık essin diye tüm pencereleri açınca, kulaklarını tıkamaktan başka çare kalmıyor.
Aslında her türlü sesin aşırısı ve sürekliliği kötüdür. Belli bir frekanstaki tek düze sesle insanı öldürmek bile mümkünmüş.
Aslında her türlü sesin aşırısı ve sürekliliği kötüdür. Belli bir frekanstaki tek düze sesle insanı öldürmek bile mümkünmüş. Bir de kirli ses, yani kuru gürültü olduğunu ve hiç kesilmediğini düşünün. Öldürmese süründürür. Benim evimde yaz günü, pencereler açıkken, televizyon izlenemiyor, iki kişi yan yana oturmazsa bağırmadan sohbet edemiyor. Şöyle bir araştırdım, kişinin 1,5 metreden normal konuşma sesini işitmekte zorlanmaya başladığı sınır, gürültü düzeyi olarak kabul edilirmiş. Uluslararası standartlara göre işitme sistemine zarar veren gürültü düzeyi de 85 desibelmiş. Varın halimi tahayyül edin. Oysa ben severdim eskiden cadde hengâmesini ki şehir yaşamının normal gürültüsü sayılır. İnsana yalnız olmadığını hissettirir “bi seslensem kaç kişi koşar” güveni verir.
Küçükken sokak arasındaydı evimiz, hep cadde üzeri evlerde oturan arkadaşlara özenirdim. Bir de amcamların köşe başında olan evlerine. Mutfak, banyo aydınlığa değil sokağa bakar ya, tuvalete girince çıkmak istemezdim. Ah, “Yanlış dilek dileme” derdi aneannem hep. Hem caddede hem köşe başında oturuyorum şimdi. Ve de ekstradan tam yolların 4’e hatta 5’e ayrıldığı ve günün yarısından fazlasında trafiğin düğümlendiği bir köşe başı. Şimdi burada, insanın beynini patlatacak kadar yüksek seviyede siren çalan bir ambülansın takılıp kaldığını düşünün. Hem de günde en az 6-7 kere… üstelik ambülansların başka amaçlarla da kullandığını düşünün. Örnek çok. Biliyor musunuz, onların bile belli bir desibelin üzerine çıkmaları yasakmış ama sürücülerinin zihniyetini değiştirmek bir türlü mümkün olamıyormuş. Eh, bunu da araştırdık herhalde.
Bitti mi? Bitmedi. Bir de Allahın belası alarmlar var. Hem araba hem mekân alarmları. Hırsız bolluğundan her taraf alarm dolu. Arabalarınki özellikle geceleri kâbus. Üstüne kedi çıksa ötüyor. Ötüyor da ne oluyor? Hiiiç. Öyle çıngır çıngır ötüyor. Mekân alarmları ise elektrik kesilmelerinin hiç sekmeyen düdükleri. Bazen üçü beşi bir ağızdan öter. Benim de var, evim soyulduğunda taktırdım. Elektrik kesildi mi içim titrer, ya arızaya geçer bipler durur ya da avaz avaz öter. Ha, ötünce ne olur? Hemen merkezden ararlar evet, ama apartman görevlisi dahil bina içinden kimse başını çıkarıp bakmaz. Belki de korkuyor insanlar ya da öyle çok var ki alıştılar. Yani sırf ses kirliliği.
Son zamanlarda gece geç vakitlerde başlayan ve de gün ağarana kadar süren patlak egzozlu (böyle bir trend varmış) motosikletliler arzı endam ediyorlar bizim oralarda. Valla gök gürültüsü gibi her biri. Filme ilaveten araçlı asayişçiler herkesin derin uykuda olduğu bir saatte, aniden megafonla “…68 sağa çek!” diye bağırabilirler. Günün en azıcık sessiz olan saati, fısıldasa duyacaklar ama yok, o bağırmanın verdiği özel bir keyif var. Dudağın uçuklayarak sıçrarsın yatağından. Trafik yoğunluğu, klakson, ambülans veya alarm sireni olmadığını farz etsek, gün içinde kesilmesi mümkünsüz ve en evimin içinde olan ses ise otobüs. Homur homur. Ay galiba matrağa bağlayabileceğim. İkide bir din don diye bir ses var. Karşıma yeni yapılan otelden gelen, çağrı ya da asansör kapısı gibi bir şey sanıyorum. Eskiden pek otobüse binmezdim, şimdi sıkça biniyorum, serin oluyor. Meğer o ses durağa yaklaşırken yapılan anonsmuş; “Din don, Osmanbey!” Günde yüzlerce din don oluyor ben de “Osmanbey” diyorum. Hadi gülerek bitirelim.
Evinin önünde otobüs durağı olan bir ailenin şöyle bir sıkıntısı varmış; durağa otobüs gelince gardırobun kapısı açılırmış. Nihayet kadın bir marangoz çağırmış. Adam bakmış, menteşelerde falan bir arıza yok. Demiş ki “Bir de içine girip bakayım otobüs gelince ne oluyor.” O sırada kadının kocası gelmiş, odaya girip gardırobu açmış ki; içinde bir adam. Akla gelen şey malum. Soru: “Ne işin var lan senin burda?” Cevap: “Abi inanmican ama yeminnen otobüs bekliyorum.”