Sakız (Chios), Kuzey Ege’de Karaburun yarımadasının yanı başında yer alan; kuytularında gizlediği Ortaçağ’dan kalma benzersiz “kale köyleri” ile güzellikte alımlı komşusu Midilli’yle yarışan; mastikasının ünü dünyaya yayılmış kendine özgü bir Yunan adası.
Yunanistan’ın 5. büyük adası olan ve yaklaşık 54 bin kişinin yaşadığı Sakız’a (İngilizce Kios, Yunanca Hios), Çeşme limanından günübirlik tekne seferleri yapılıyor. Bir günde keşfedilemeyecek kadar zengin tarihi geçmişe ve doğal zenginliğe sahip Sakız’a yapacağımız gezi için eşimle üç gün ayırmıştık ancak yola çıkacağımız 4 Temmuz sabahı fırtına nedeniyle seferler iptal edilince gidişimiz bir gün rötarlı oldu. 5 Temmuz sabahı bindiğimiz katamaran dalgalarla boğuşarak 45 dakikada Chios limanına vardı. İlk işimiz araç kiralayarak merkeze 7 kilometre mesafedeki turistik Karfas bölgesinde yer alan otelimize eşyalarımızı bırakmak oldu. Karfas’ın sahilindeki lokantalardan Karatzas’ta gulaş, Yunan salatası ve domates dolmasından oluşan öğle yemeğimizi yedikten sonra yola koyulduk. Antik çağların en büyük destan yazarı Homeros’un adası olmak ve Amerika seferi öncesi Kristof Kolomb’u misafir etmekle övünen Sakız’daki ilk günümüzde, hedefimizde üç nokta vardı: Provatio tepesindeki 11. yüzyıldan kalma Nea Moni Manastırı; toplu intiharla anılan ve sonrasında tıpkı bizim Kayaköy gibi ıssızlaşan Anavatos; karakteristik mimarisi ile ünlü ortaçağ köyü Avgonima.
Merkezin 11 kilometre batısındaki Nea Moni Manastırı’na giden dağlık yol virajlı ve ıssızdı. İki yıl önceki büyük yangında kavrulmuş ve öylece bırakılmış fıstık çamlarının arasından geçerek önce Agia Markos manastırına ulaştık, kapalı olan manastır adanın geniş bir bölümüne ve uçsuz bucaksız ufka hakim konumdaydı. Farklı bir sapaktan Nea Moni’ye vardığımızda saat 16.00’yı gösteriyordu ve öğle uykusundan uyanan manastır kapılarını yeni açmıştı. Girişteki şapelin bitişiğinde camlı bir dolapta kafatasları ve kemikler diziliydi; çeşitli kaynaklara göre Sakızlılar, komşu Sisam adasından sıçrayan isyanın ateşine kapılıp 1822’de Osmanlı’ya başkaldırmış ve bu ayaklanma binlerce adalı ile yüzlerce keşişin öldüğü, binlercesinin de sürüldüğü bir müdahale ile bastırılmıştı. Bu kemiklerin keşişlere ait olduğu söyleniyordu. Manastır hem bu olayda hem de 1881’de gelen ikinci büyük felaket olan depremde zarar görmüş, daha sonra onarılmıştı. Benzersiz fresklere sahip manastırın iç duvarlarını süsleyen Havarisi Petrus’un Ayağını Yıkayan İsa; Adem ve Havva’nın Cehennemden Kurtarılışı; Bahçedeki İhanet gibi mozaikleri gördükten sonra, UNESCO’nun Dünya Mirası listesindeki bu kutsal mekandan, biraz buruk bir şekilde ayrıldık; “Keşke bu olaylar hiç yaşanmasaydı; kurbanların kemikleri de sergilenmek yerine mezarlarında dinlenseydi” diyerek.
Adanın batısında, 450 metre yükseklikteki vadi üzerinde kurulu Anavatos köyünde de isyan sonrası Osmanlı askerlerinin elinde ölmektense toplu intiharı seçen 400 kadar kişinin kendilerini uçurumdan aşağı bıraktığı rivayet ediliyordu. Anavatos’a vardığımızda terkedilmiş köyün yıkılmaya yüz tutmuş evleri arasında hüzünle dolaştık. Köy meydanında faal halde kalmış kahvehanede mola verdiğimizde Türkiye’den geldiğimizi öğrenen garson bizi güler yüzle selamlayıp hemen Türkçe basılmış bir turizm rehberini elimize tutuşturdu. Rehberin Sakızlı yayıncısının kitapçıkta dile getirdiği duygular bizim duygularımızla da örtüşüyordu: Aynı denizin sularında yüzen, aynı bulutun getirdiği yağmurla ıslanan, kahvehanelerde oturuşlarından tavla oynayışlarına, vücut dilleri bile birbirine benzeyen aynı coğrafyanın insanlarına dostluktan başkası yakışmıyordu.
Son durağımız Avgonima, çok iyi korunmuş durumda taş evlerden oluşan bir ortaçağ köyüydü. Mal sahiplerinin çoğunun Amerika’da yaşayan Yunanlılar olduğunu ve evlerini restore ettirip düzenli bakım yaptırdıklarını öğrendik. Köy merkezinde bir kilise ile lokanta vardı. Lokantanın önüne sandalye atmış yaşlı kadın ve adamlar soh bet ediyorlardı. Onlarla selamlaşıp ara sokaklarda dolaştık, muhte-şem günbatımı manzarasına sahip Aschios restoranın Ege denizine hakim konumuna hayran kaldık.
Avgonima’dan ayrılıp denize girecek bir yer ararken, kendimizi tepelerden gözümüze kestirdiğimiz Elinda koyunda bulduk. Bu bakir kumsalda birkaç kampçıdan başka kimsecikler yoktu. Denizi hafif dalgalı ve serindi ama suyu pırıl pırıldı. Daha sonra takip ettiğimiz batı kıyıları boyunca nefis kumsallarla karşılaştık. Sığ plajı ve deniz ürünleri lokantaları ile ünlü Lithi koyunda bir tur atıp, dağı taşı kaplayan zeytinlikler arasından merkez Chios’a döndük. Rıhtım caddesi Aegean (Ege) üzerinde bar, kafe ve lokantalar sıralanmıştı. Limana yakın bölümde geleneksel Yunan yapıları diziliydi, sol başta tıpkı Boğaz’daki Tarabya oteli gibi konumlanmış Chandris oteline yaklaştıkça bina yükseklikleri birden 5-6 kata ulaşıyor ve eskiyle yeninin uyumsuzluğu göze batı-yordu. Modern binaların deprem sonrası yapıldığını öğrendik.
Bazı lokantalardan Turko diye seslenen işletmecilerin davetleri arasında akşam yemeğini yiyeceğimiz mekanı ararken beklediğimiz tüyo Büyükada’dan geldi. İstanbul Operası sanatçı ve idarecilerinden Cem Altaş’ın adını hatırlayamadığı ama “işletmecisi şişman ve yeri limanın çıkışında” diye tarif ettiği lokantayı çok geçmeden bulduk. Neorion caddesindeki Melliotika Taverna’da sipariş ettiğimiz sardalye, çiroz, kalamar, enginar ve pancar öyle büyük porsiyonlar halinde geldi ki, “işletmeci zayıf müşteri de istemiyor olmalı” deyip; lezzetli deniz ürünlerinin bir bölümünü, eğitilmiş gibi masamıza belli bir mesafeden fazla yaklaşmayan, hepsi beyaz ama pasaklı kedilerle paylaştık. Bu sırada karşı masada oturan Sakızlı bir bey yanımı-za gelip bizimle çat pat Türkçe konuşarak, ailesinin bir kanadının İstanbul’dan, bir kanadının da Alaçatı’dan adaya göç ettiğini, kendisinin de emekli olduktan sonra her gün Türkçe çalışarak Türkiye kıyılarını gezmeye başladığını anlattı. Yemek sonrası Mavikas kafede kahve içip kordon boyunda saatler ilerledikçe renklenen hayatı seyre daldık.
İkinci gün otelden ayrılıp merkezin biraz kuzeyinde kalan ve Paskalya’nın son günü İsa’nın dirilişini kutlamak için yapılan kiliseler arası roket savaşları ile ünlenen Vrontados’u gezdik; deniz kıyısında sıralanmış ve suya yansıyan gölgeleri ile güzel bir görüntü oluşturan dört değirmen adeta adanın simgesi haline gelmişti. Sonra Chios’a dönüp aracımızı kiralama şirketine iade ettik ve limanın karşısına geçip, içinde Osmanlı camisi ve mezarlığının da bulunduğu ancak Pazar günü kapalı olan Bizans kalesinin çevresinde dolaştık. Kaleye yakın Osmanlı evleri ayakta zor duruyor gibiydi. Belediye parkının karşısındaki Melek Paşa Çeşmesi ise adaya Osmanlı’dan kalan en güzel eser olarak gösteriliyordu. Merkezde eski Mecidiye camiinden dönüştürülmüş Bizans Müzesi ile Justiniani Müzesi, adada Bizans ve Cenevizliler dönemlerine ışık tutarken, üst katında Korais Kütüphanesi’ne ev sahipliği yapan Philip Argenti Müzesi’nin Delacroix imzalı Khios katliamı tablolarının kopyalarını barındırdığını öğrendik.
Daha sonra adanın güneyinde yer alan sakız üreticisi Ortaçağ köylerini gezmek üzere, bir Türk firmasının rehberli turuna katıldık. 11.45’te hareket eden tur otobüsümüzle, Ortaçağ’dan bu yana zengin Cenovalıların ve Yunanlı armatör ailelerinin yazlık olarak kullandığı; kırmızı taştan yapılma malikâneleri ve narenciye bahçeleri ile ünlü Kampos ovasından geçip, ilk molamızı Armolia köyünün girişindeki bir seramikçide verdik. Sur içine yapılmış ancak zamanla surların dışına taşmış bu kale köyde, reçine salmaya başlamış sakız ağaçlarının bulunduğu bir bahçeyi de gezdik. Altına beyaz kil serilmiş sakız ağaçlarının gözyaşlarını damla damla akıtışını izlerken, tur rehberimiz bir ağaçtan ortalama 250 gram sakız elde edildiğini söyledi. Bunun için ağacın gövdesinin ucu çatallı bir aletle çizildiğini, akan reçinelerin küfelere doldurulduğunu ve ayıklama işleminin köydeki yaşlı hanımlara yaptırıldığını öğrendik. Dünya sakız üretiminin yüzde 80’ini elinde tutan adada, rayiç 1970’lerden bu yana üretici kooperatiflerinin bağlı olduğu Sakız Birliği’nce belirleniyormuş. Alevlerin Çeşme’den bile göründüğü 2012’deki büyük orman yangınında, sakız ağaçlarının da yüzde 40’a yakın bölümü yanmış.
İkinci durağımız Ortaçağ’dan kalma köylerin en büyüğü olan, dış cephe süslemeleriyle benzersiz Pirgi (Pyrgi)’ydı. Evlerin cepheleri siyah kumla sıvanmış, üzerine kireç badanası yapılmış, son olarak geometrik desenler çizilerek süslenmişti. Korsan saldırılarına karşı bitişik nizamda, birbirine geçişli ve kaçışa uygun şekilde planlanmış bu köyde Nea Moni Manastırı örnek alınarak yapılmış şirin bir kilise de yer alıyordu. Kristof Kolomb’un Amerika seyahatine çıkmadan önce kaptanından çımacısına iyi denizciler yetiştirmekle ün yapmış bu adaya geldiği ve Pirgi’deki evlerden birinde 2-3 gün konaklayıp gemisine mürettebat aradığı anlatılıyordu.
Üçüncü durağımız olan ve dehlizleri andıran sokakları ile çok iyi korunmuş durumdaki Mesta köyünde adanın en büyük kilisesi olan Taksiarkhis’i gezdik. Kilisede Ayasofya’dan getirilmiş 8. yüzyıldan kalma bir altın haç ile Havari tablosu da yer alıyordu. Öğle yemeği için Mesta sahilindeki Liman restorana gittik. Menüde barbun, sardalye gibi balıklar, ahtapot, kalamar, karides gibi deniz ürünleri ile ızgara keçi peyniri, kabak tava, cacık gibi seçenekler vardı. Taze ve lezzetli öğle yemeğinin ardından Yunan kahveleri içilirken herkes halinden memnun görünüyordu. 16.30’da limana döndük, bizi Çeşme’ye geri götürecek gemiye biniş için pasaporttan geçmemize bir saati aşkın zaman vardı; kozmetikten diş macununa, reçelden helvaya her alanda kendine yer bulan adanın ismiyle özdeşleşmiş sakız ürünlerinden almak üzere kordon boyundaki ve ara sokaklardaki dükkanlara dağıldık. Alışveriş faslının ardından bu kez sakin bir denizde yolculuk yaparak Çeşme limanına geri döndük.
Ege’de bugüne kadar gezdiğim ve bu yazı dizisi ile Adalı okurlarına anlattığım diğer Yunan adalarından farklı olarak Sakız’da ortak tarihimiz acı olaylarla gölgelenmişti ve dönüş yolculuğunda bunun burukluğunu hissettim. Genç kuşağın girişimleri sayesinde son yıllarda turizmle yükselişe geçen ilişkilerin dostluklarla perçinlenmesini ve geçmişin acılarını unutturmasını diledim.