Adada seneler önce duyduğumuz sesleri de arar olduk dersem bana kızar mısınız? Kimi adalının seyyar olarak yaptığı işlerden dolayı duyuru amaçlı seslerini arar oldum. Hiçbir satıcı sesini fazla yükseltip, rahatsızlık vermeden, sanki bir opera sanatçısı gibi kulağa hoş gelen sesleriyle mesleklerini haykırırlardı. Yoğurtçu, dondurmacı, salepçi, bozacı, zerzevatçı, tenekeci-lehimci, muslukçu, okka gülcü, sülükçü, gazeteci, kavuncu, karpuzcu, baharatçı, kırık tabak tamircisi, ekmekçi, süpürgeci, saka, sütçü, keten helvacı, leblebici, eskici, çarşafçı, kumaşçı, brostela-gecelikçi, bileyici ve balıkçı günün belirli saatlerinde sokaklarda zuhur eder, sesler birbirine karışmaz, kakafoni olmazdı.
Kimi dükkân sahibi esnaf ise Hallaç yorgan, yastık ve yatakları alıp dükkânlarında pamuk ve yünleri el aletlerinde işlemek için mahalleye gittiğinde, başkaları da duyup, sipariş versin diye seslenirlerdi. Kalaycı esnafı ise, ağır bakır tencere, tava, sahan, kazan ve tepsileri mahalleye giderek çuvala doldurur, mesleklerini fonetik bir şekilde duyururlardı.
Yaz aylarında Rifat Telgezer cambazhanesinin duyurularını dinlemek bir başka keyifti. İki atlı yük arabasına binen palyaço, sihirbaz ve bir cambaz eşliğinde çinkodan yapılmış konik bir megafonla o gecenin programı sayın ada halkına duyurulurdu.
Bu insan seslerine ilave edece-ğim bir ulvi ses daha vardı ki Hamidiye Camii’nin müezzininin camii minaresinin şerefesine çıkarak çıplak sesle okuduğu beş vakit ezan, müslim, gayrimüslim bütün adalılar tarafından huşu ile dinlenirdi.
Dokuzuncu yüzyılda İtalya’nın Campanella şehrinde yapılıp, Hıristiyan kiliselerinde ibadetin saatini bildiren kampana bilir misiniz ki ilk kez onuncu yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu’na uzun süre başkentlik yapmış olan İstanbul’da kullanılmıştır? (Katolik Vatikan çok sonra kampanaya izin vermiştir.) İşte o kampana sesi de adada mevcut dört Ortodoks, iki Katolik kilisede muntazam olarak çalardı. Bizler ezan ve çan sesiyle zaman tespiti yaptığımızdan saat taşımazdık. Yahudilerin şofarı Panjur sokağın sakinlerinden başkaları tarafından nedense fazla duyulmazdı.
Ya hayvan sesleri! Eşeklerin, yani karakaçanların nal sesiyle, fayton beygirlerinin nal sesi, müzikal bir ritim içinde kulağımıza hoş gelirdi. Eskibağ’da bülbül sesi dinlemenin ayrı bir ritüeli vardı. Hemen hemen her evde kafes içinde beslenen kanarya, ispinoz, saka, filurya ve serçe, bakkallarda kuşyemi ve darı satışına da sebep olurdu. O zamanlar bu kadar bina olmadığından Adalar kuş cennetiydi ve ornitologların (kuşbilimcilerin) ifadesiyle, güvercin, tahtalı, kumru ve göç eden kuşlardan çulluk, bıldırcın, leylek, sığırcık ve kırlangıç seslerini de duyardık.
Martı; çöplükte ve Sedefadası’nda bulunurdu. Bizim kuşağın bıçkın gençleri maceralı bir şekilde martı yumurtası toplar, Hanımeli Pastahanesi’nin sahibi Madam Ortans’a tavuk yumurtasından ucuza satarak harçlıklarını çıkarırlardı. Martılar insanların arasına fazla gelmez, gözlerden uzak yaban hayatı yaşar, çöplükten karın doyururdu.
Evlerde beslenen av köpekleri ve kediler, sokak köpekleri ve kedileri de adaya has sessizlikleriyle vakurdular. Kimi bahçelerde tavuk, horoz, yarka, piliç ve hindi beslenir, etinden yumurtasından faydalanılırdı. Sabahın güneşiyle horoz herkesi uyandırır, tavuklar gıdaklayarak dolaşırlardı. Bizler de mısır ve buğday vererek onların karınlarını doyururduk. Yılbaşına doğru hindilere ceviz yutturularak yağlanması sağlanırdı. Salhane’nin kıyısında kumcu Yorgo ve Andrea kardeşler kaz, Splendid Otel’in deniz kıyısında İdris Amca yeşilbaşlı ördek beslerdi. Onların sudaki süzülüşü, badi badi yürüyüşü ve çıkardıkları sesleri de özler olduk.
Çirkin sesiyle kargalar bugün de hayatımızın içindeler ama Lafonten’in dediği gibi hiç de aptal değiller.
Vapurların sesini unutabilir miyiz? Kalkış saatlerine 2-3dakika kala çıkardıkları ses; “haydi sayın yolcular kalkıyoruz acele edin” anlamına gelirdi. Askere gidenler için vapur kaptanını durmadan vapur düdüğü çalması gelenek olmuştu. İç mahallelerde oturanlar bile “demek adadan askere giden var” diye düşünürlerdi.
Bazı arkadaşlarımız, vapuru görmeden, düdüğünden vapurun ismini söyler ve yanılmazdı. Bunlardan biri Nihat Sümer, diğeri de Kosta Spengo idi.
Şimdi ne sesi mi bizi rahatsız ediyor? Önce ne yazık ki “insan sesi”. Yaz aylarında adayı istila eden ve 25 lirayla ırzımıza geçen günü birlikçilerin terbiye dışı, küfürlü naraları, denize girerken çıkardıkları o can hıraş seslerle sanki suya her atlayışlarında orgazm oluyorlar. Bisikletle slalom yaparken bağırmaları, top oynarken çıkardıkları kakafonik sesler ve hep sessizliği bozan hareketleri...
Ulaşımda kullanılan deniz motorlarının bitmeyen dizel sesleri, seyyar satıcıların sabahın köründe başlayan iğrenç seslenişleri, lokantacıların kartelalı saldırgan “karsonları”, gece yarılarına kadar süren müzik yayınları, mikrofondan yüksek volümde yayılan ezan sesi...
Oysa bizim Adalar’ımız motorlu taşıt olmaması gerektiğinden “Türkiye’de sessiz şehir olmaya ilk aday yer” olmalıydı. Olamadı. Çevreye yayılan bu kirli seslerin insan sağlığı üzerine olumsuz etkilerini bilmiyor musunuz? İnsanlar için tehlike 65 desibelden sonra başlıyor ve gürültü nedeniyle cinayetler bile işlenebiliyor. Gürültülü ses depresyona yol açabiliyor. Kalbi yoruyor. Geçici işitme bozukluğu, davranış bozukluğu ve dikkat kaybına sebebiyet veriyor.
Sessizliğin başkenti olmak varken neden “güruh” psikolojisine yenildik? Cevabını hemen vereyim: Toplumun geleceğini, bireylere verilen eğitim belirler. Yanlış eğitildik.