Haziran ayıyla deniz mevsimini açtım. Bu sabah havuzu sanki benim için doldurmuşlar. Tek başıma yüzdüm. Neyse ki kendimle dalga geçmeyi severim de bu kez “Ester Williams mısın mübarek” deyip kendimle şenlendim. Hamdolsun başka ruhsal hastalığım yok zira güneşlenirken öyle bir vaaz dinledim ki, insanlar ne hale geliyor, ne hale getiriliyor, ona şaştım. İlkin diyalog halinde başlayan konuşma az sonra nutuğa dönüştü ve bana uyku basana kadar ‘one man show’ olarak devam etti.
Demokrasilerde herkesin fikrine saygı göstermek gerekir fakat baktım ki konuşulan, siyasetin ötesinde bir şey ve gittikçe tempo yükseliyor, seviye düşüyor, hemen muhalefeti kestim. Bu kez arkadaş kendisini ispatlamaya çalışıyor, olur olmaz beğeniler, bir fikri savunurken minnet duyması gereken yeri de unutkanlığa terk etmiş, eski defterleri karıştırırken bazen bilinçsizce bazen de gelişigüzel iğnelemeler sonuçta rahatsızlık verici boyutlara ulaştı.
Bu durumda, insanları üzmemek, kurumları gücendirmemek, saygı sınırlarını zorlamamak ilkesiyle yazı yazmam bir hayli zorlaşıyor. Gerçi her insanla konuşmak da gereksiz çünkü ya bilmedikleri konulara giriyorlar ya da megalomani sergiliyorlar. Çevremizi olur olmaz genişletmek yerine, pürüzleri temizlememizde fayda var. Kendi insanımıza sadık kalalım yeter.
Geçenlerde sevindirici bir dilekle karşılaştım. “Ablacığım, şu işin öncülüğünü yap da Adalar’ımızın bir Kültür Merkezi olsun” dedi Kınalıadalı bir genç. O kadar sevindim ki. Adalar’ımızın sorunlarına vakıf bir gencin bu isteği ümit vericidir. Bunu benden önce yürürlüğe koymak isteyen yetkililer var tabii. Olsun, olsun da sanatın her dalıyla ilgili faaliyetler düzenlensin. Ben bu dileği bir anlatımla süslemek istiyorum.
Nisan ayında Prag şehrini gezdim ve beni etkileyen çarpıcı bir gerçekle karşılaştım. İnsanların, kötü ve zor bir dönemde bile sanata gösterdikleri ilgi ve önem beni aşırı duygulandırdı.
Prag şehri, bir açık müze. Tarihi ve tarihi eserleri bu güne kadar özellikle muhafaza edebilmişler. Hayatı ıskalarcasına fotoğraf çekebileceğiniz, gezmeye, görmeye, yaşamaya doyamayacağınız bir şehir.
Prag şehri Avusturya yönetimindeyken, Çek vatandaşları kötü günler yaşamışlar. Savaşlar, ekonominin bozulması, ayakta kalma çabası, ezilmişlik, yıpranmışlık, toplumu perişan etmiş. Yıkılan hayatlar, yıkılan hayaller, yıkılan ümitlerin yaşandığı o dönemde Çekler toparlanmaya çalışırken “Bizim Tiyatro binamız yok, tiyatromuz eksik, bir binamız olsun” demişler. Avusturyaya dileklerini bildirmişler fakat Viyana Hükümeti finansal destek vermeyi reddetmiş. Praglı kararlı, Praglı istekli, Praglı ret cevabına boyun eğmek istememiş. Şehir sakinleri toplanıp Çek vatandaşlarını binanın inşası için katkıda bulunmaya davet etmişler. Herkes projeye katkıda bulunmuş ve böylece Vıltava Nehrinin kenarında, Prag’ın en önemli binalarından 19 yy sonu Çek Cumhuriyeti özgürlük ve kültürün sembolü Prag Devlet Tiyatrosu (National Theatre) kurulmuş.
Nazım Hikmet Prag şehrinde bulunduğu zamanlar, günlerini Vıltava Nehri’nin kenarında, özellikle opera binasının yanındaki Kavarnad Slavi Café’de geçirirken Boğaziçini hayal edermiş. Müthiş bir azmin eseri olan bu muhteşem Bina Neo Renaissance mimarisi, Avusturya ve İtalya mimarisi karışımı olarak 1865-1881 yılları arasında Josef Zitek tarafından inşa edilmiştir. Bu mimari başarı ve kültür kaynağının gerçekleş-mesinde devrin ünlü heykeltraş ve ressamlarının yardımı da esirgenmemiştir.
Hikâye burada bitmiyor sevgili okurlar. Prag Devlet Tiyatrosu açılmadan bir gün önce, çatı montaj çalışmaları yapılırken meydana gelen yangınla zarar görmüş ve tüm iç kısmı yanmıştır.
Ya sonra? İşte orası örnek bir davranıştır. Vatandaşlar aralarında yine para toplayıp 1883 yılında Josef Schultz ve Zitek’i göreve çağırmışlar. 1977 yılında yenileme çalışması geçiren Prag Devlet Tiyatrosu günümüzde aktif tiyatro, opera ve bale gösterileri için faaliyette bulunabiliyor.