Ege ve Akdeniz’deki farklı adaları keşif için Nisan ayının son haftasında yeniden yollardaydık. Kuşadası’ndan kalkan teknemiz hemen yanı başındaki Samos’a doğru yol alırken en çok da, her hafta farklı çiçeklerle bezenen bu mevsimde, kardeş adanın coğrafyasına şimdi hangi renklerin hakim olduğunu merak ediyordum. Ve gördüm ki erguvanlar bitmeden mor salkımlar ve çiçekler her yanı sarmış.
Yunanistan’a ait Samos bizim Kuşadası’yla burun buruna olsa da, teknemizin adanın ana karaya bakan cephesindeki merkez limana ulaşması bir saat 40 dakikayı buldu. Bizlerin “Sisam” olarak adlandırdığı bu ada, daha güneyde kalan Oniki Adalar’dan hem daha yüksek hem de daha yeşil bir Ege adası. Limanda pasaporttan geçişimiz birkaç dakika sürdü, sonrasında cihazlarla değil elle yapılan bavul araması biraz şaşırttı. Tek görevli bavul açmaya yetişemediğinden yolcuların bir kısmı bu işlemden kurtuldu. Yaz aylarında çok kuyruk çilesi yaşandığı için gümrük binasını genişletmeye karar vermişler ve çalışmalar sürüyor. Gümrüğün karşısında araç kiralama büroları var. Dört kişilik ekibimizle bir araç kiralayıp, Samos’un Türkiye’ye bakan güney bölgesinde yer alan Glicorisa’daki otelimize giderek yerleştik.
Samos, geometri derslerinde “Pisagor teoremi” ile adına aşina olduğumuz Pythagoras adlı matematikçinin doğum yeri. Nasıl Kos tıbbın babası Hipokrat’ın adıyla anılıyorsa, Samos’un gurur kaynağı da aynı zamanda bir filozof olan Pisagor. M.Ö 580’de doğduğu Tigana adlı balıkçı kasabasına sonradan ona atfen Pythagorion adı verilmiş. İlkçağın görkemli tapınaklarından Hera’nın kalıntılarının ve antik dönemin mühendislik harikalarından 1036 metre uzunluğundaki Eupalinos Su Tüneli’nin yer aldığı Pythagorion, 1992’de Unesco Dünya Mirası listesine kaydedilmiş. Burada bir arkeoloji müzesi de var. Biz de otelimize araçla birkaç dakika mesafedeki Pythagorion’u keşfetmeyi ilk sıraya aldık ve bu şirin liman kasabasındaki Pisagor anıtının karşısına geçip geometri bilgilerimizi derin kuyulardan çıkarttık: “Dik açılı üçgenin dik kenarlarının karelerinin toplamı, hipotenüsün karesine eşittir!”
Pisagor’un kasabası aynı zamanda liman boyunca dizili, orak biçimi verilmiş sokak lambaları ile ünlü. Bu bölgede komünistler her zaman etkili olmuş. Hediyelik eşya dükkânlarında Pisagor denklemli tişörtler, bluzlar, yine onun geliştirdiği Pisagor kupası ön planda. Bu kupanın özelliği, altının delik olması ve işaretli yere kadar su doldurulduğunda suyun alttan akmaması. Sınır geçildiğinde ise su boşalıp gidiyor. Adaya gelenlerin hatıra ya da hediyelik olarak en çok tercih ettikleri obje işte bu kupa. Pythagorion’dan sonra gittiğimiz Eupalinos tünelini, tadilatta olduğu için gezemedik.
Daha sonra ekili tarlalar, cüce asmaların yer aldığı bağlar, narenciye bahçeleri ve zeytinlikler arasından geçerek Ireon’a ulaşıp, Vouros restoranda gecikmeli bir öğle yemeği yedik. Masamızı hızlı bir şekilde Mastelo peyniri, Yunan salatası, peynirli kırmızıbiber, supya ve tekir balığı ile donatan aile işletmesinin güler yüzlü sahibesi, “Bugün oğlumun isim günü” diyerek portakallı irmik tatlısı ve geleneksel souma içeceği ikram etti. 37 yaşındaki oğlunun evlenmeyi ağırdan almasını ise Türkçe “yavaş yavaş” diye dillendirdi.
Otelimize dönüp dinlendikten sonra akşamüzeri yeniden Pythagorion limanına indik. Seramikten yapılma rengârenk küçük çanaklar, dilimli pasta şekli verilmiş göz alıcı sabunlar ve çeşitli hediyelikler satan bir dükkânda vakit geçirirken, dükkân sahibi “Kuşadası’ndan mı geldiniz?” diye sordu. “Evet, ama aslında İstanbul’da, sizler gibi bir adada yaşıyorum, Prinkipo ya da Büyükada’yı duydunuz mu?” dedim. Gözleri parlayarak “Ben İstanbul’a geldim ve adanızı gördüm. Adalar İstanbul’un içinde bir oasis (vaha)” karşılığını verdi. Günlerden 23 Nisan’dı ve adak gününde adamızın nasıl bir vaha haline gelmiş olabileceğini düşünmek bile istemiyordum. Acaba Yunan adalarında adak adamak için çok etkili kiliseler olduğunu cümle aleme yaysak bizim “oasis”in yükü biraz olsun hafifler miydi?
Akşam yemeği için bize tavsiye edilen Maritza restoran henüz kapılarını açmamıştı, biz de sahildeki Elia Restoran’da şansımızı denemeye karar verdik. Menüsünde karides saganaki, ahtapot, kılıç balığı, garnitürlü somon gibi deniz ürünleri ve Pisagor salatası, tarama, Mastelo peyniri gibi mezeler olan restorana bizden bir saat sonra 30 kişilik bir Türk grubu geldi. Ellerindeki grapon çiçekler ve rengarenk balonlarla masalarını donatırken tüm turistlerin ilgi odağı olan grubun Türkiye’de yeni evlenen orta yaşlı bir çift ve dostlarından oluştuğunu, yatlarla Kuşadası’ndan Samos’a eğlenmeye geldiklerini öğrendik.
Yüzölçümü 502 kilometrekare olan ve nüfusu 50 bine yaklaşan Samos’taki ikinci günümüzde ada merkezine (Vathy) indik. On iki antik İon kentinden biri olan adanın tarihi mirasını yerinde görmek üzere Arkeoloji Müzesi’nin eski ve yeni binalarını gezdik. Buradaki en çarpıcı eser, beş metreyi geçen yüksekliği ile Samos Kouros’u heykeli. M.Ö 580’lerden kalma bu yapıtın baş kısmı orijinal değil, çünkü aslı Osmanlılar zamanında İstanbul’a götürülmüş. Film endüstrisinin fantastik yapımlar için ilham aldığı Ön Asya orjinli efsanevi yaratık Griffin’in Yunan mitolojisinde de kendilerine yer bulduğunu, müzedeki sayısız örneklerinden öğrendik.
Daha sonra Samos’un “aslanlı” meydanında kahve molası verdik. Taşları yenilenmekte olan meydanın arka sokakları çarşıya açılıyordu. Merkezden ayrılıp virajlı yollardan geçerek yarım saatte, yemyeşil ormanlık bir alana gömülmüş muhteşem manzaralı dağ köyü Manolates’e vardık. Kilise karşısındaki AaA restoranda güzel bir öğle yemeği yedikten sonra bir zamanların dericilik merkezi, şimdilerin öğrenci kenti Karlovassi’ye geçtik. Kentin sayıları azalmış tabakhanelerinin gerisinde kirli bir dere akıyordu. Limanda balıkçı tekneleri diziliydi. Açık olan birkaç kafede üniversiteliler vakit öldürüyordu. Limandan yukarılara doğru bakıldığında Ayia Triada tepesindeki aynı adlı küçük ve sevimli kilise seçilebiliyordu.
Karlovassi’den ayrılarak, Kaliforniya çamlarının ve üzüm bağlarının çevrelediği asfalt sahil yolunu takip edip adanın en şirin tatil beldesi Kokkari’ye vardık. Kokkari ikiz tepelerin burun buruna verdiği, sevimli bir koy. Kafe ve restoranların önü yaz aylarında şezlong ve şemsiyelerle donanıyor ve turistler burada gündüz su sporları ve deniz sefası yapıp akşamları restoran ve barlarda eğleniyor.
İkinci gün akşam yine Pythagorion’daydık. Alışveriş için girdiğimiz bir butiğin sahibi, İstanbul’a birkaç kez geldiğini, Büyükada’yı da ziyaret ettiğini söyledi. İstanbul’da tanıştığı insanları çok sıcak, dost canlısı bulmuş, yemekleri ise çok beğenmiş. Akşam yemeği için limanın çıkışındaki Remataki restorana gittik. Aile işletmesi olan Remataki’de anne lokantanın patronu ve aşçısı, baba kasaya bakıyor, Türkçe de konuşan sempatik oğulları Dimitris ise müşteri toplayıp servis yapıyor.
Adadaki üçüncü ve son günümüzde Pythagorion’daki arkeolojik sit alanında dolaştık, 1824’te Türklerden korunmak için inşa edilmiş Lykourgos Kalesi ve bitişiğindeki Metamorfosis Kilisesi ile çiçek bahçesini andıran bakımlı mezarlığı gördük. Anadolu’ya en yakın Yunan adası olan Samos uzun yıllar Osmanlı hakimiyetinde kalmış ama Türkler adada iskan edilmemiş. 1475’de yaşanan şiddetli depremden ve korsan saldırılarından sonra boşalan ada, 1562’de, Sultan’ın Türklerin yerleştirilmemesi şartı nedeniyle Anadolu, Peleponez ve başka adalardan getirilen göçmenlerle yeniden yerleşime açılmış. 1912’de Yunanistan’a bağlanan ada 1922’de Anadolu’dan kaçan binlerce Rum’un gelişiyle tütüncülük ve dericilikte çok gelişme kaydetmiş. 2. Dünya Savaşı’yla birlikte adalıların çoğu Yunanistan’ın büyük kentlerine, Amerika ve Avusturalya’ya göç etmiş. Adada hayat 1980’lerden sonra turizmin gelişmesiyle yeniden canlanmış.
Adadan ayrılmadan bu mevsim boş da olsa plajları görmek istedik ve Kuşadası Dilek Milli Parkı ile karşı karşıya olan Samos’un en güzel kumsalına sahip Psili Ammos’a yöneldik. Yol güzergahında flamingoların konakladığı bir gölet de vardı. Psili Ammos’ta kahve molası verdiğimiz Elena Apartments’in güçlü sahibesi eşinin getirdiği ahtapotu sahilde tokmaklamakla meşguldü. Daha sonra rotayı bir başka plaj olan Posidonio’ya çevirdik. Buradaki lokantanın Türk yelkencilerin uğrak yeri olduğunu öğrendik. Turna balığı, kalamar ve Mastelo peynirinden oluşan öğle yemeğinden sonra merkeze dönüp 17.00’de kalkan gemimizle Kuşadası’na hareket ettik.
Otuza yakın plajın bulunduğu Samos’ta, bizim adalardan farklı olarak sahiller herkese açıktı. Büyükada’da ise Çankaya’dan Nizam sonuna kadar, henüz inşaatla doldurulmamış bir parsel hariç, binalardan ve yüksek duvarlardan denizi görebilene aşk olsun!
Filozof Pisagor’un adasına ondan birkaç deyişle veda edelim: “Çok lafla az şey söylemek yerine, az kelimeyle çok şey söyleyin.” “Kendisinin efendisi olmayan hiç kimse özgür değildir.” “Tutkuların esiri olmak tiranların esiri olmaktan daha kötüdür.”