İlkbaharın gelişiyle Marmara Adası’nın dağları çiçek açmış her yer zümrüt yeşiline bürünmüştü. Hava ısınmış, deniz ise daha sakin, kıpırtısız bir hal almıştı. Balıkçılarda keyifli bir telaş göze çarpıyordu. Vakti gelmişti artık... Kılıç balığı avlamak için Saroz körfezine, Gökçeada’ya gidiş hazırlıkları yapıyorlardı. 1970’li yılların ortalarına kadar Nisan-Mayıs-Haziran ayları Marmara Denizi’nde ‘Zıpkın’ ile yapılan bu av, artık sadece Ege Denizi’nin kuzeyinde ve Gökçeada dolaylarında yapılmaktaydı. Ekonomik getirisi yüksek olan Kılıç balığı avı Adalılar için aynı zamanda bir geleneği de yerine getirmekti. Sabah erkenden avlanmak üzere denize açılınır, akşamüzeri güneş sularla buluşmaya başladığında limana dönülürdü. Günün yorgunluğunu ancak teknelerinin güvertesine kurdukları masalarda iki kadeh parlatarak çıkartabiliyorlardı. Marmara’dan çok uzaktaydılar ancak tekneleri evleri gibiydi balıkçıların...
Tekneler genellikle borda-bordaya, kıçtankara yanaşılırdı. Aksi takdirde teknelerin baş tarafında bulunan ‘Kalas’lar manevra esnasında kazalara sebep olabilirdi. Yan yana bağlı olan bu teknelerden büyükçe olanın güvertesinde veya rıhtımda uzun masalar kurulur, mangallar yanardı her gece. İmece usulü herkes sofraya bir şeyler getirir, masa donatılırdı. Kimi evde tuzladığı balığı, kimi zeytin, kimi de Rakı’sını paylaşırdı gurbetteki hemşerileriyle. Gecenin geç saatlerine kadar sürüp giden muhabbette önceki yıllarda yapılan av hikâyeleri de anlatılır hep birlikte eğlenilirdi. Hiçbir yerde bulamayacakları bu ortamı kaçırmak istemeyen birkaç Adalı da konuğu olurdu balıkçıların kimi zaman...
Eskiden 6-7 metre boylarında sandallar ile yapılan Kılıç avı, zamanla, motor gücü daha yüksek ve ebatları daha büyük balıkçı tekneleriyle yapılmaya başlandı. ‘Zıpkın’ ile Kılıç avına gidecek teknenin özel bir donanıma sahip olması gerekmekteydi. Teknelerin baş tarafına bir trampleni andıran, boyları 8-10 metreyi bulan ‘Kalas’lar monte ediliyor, ‘Payanda’ adı verilen desteklerle sağlamlaştırılıyordu. Kumanya ve yakıt ikmali yapılıyor, teknenin son kontrolleri büyük bir titizlikle tetkik ediliyordu. Mürettebat sayısı teknenin büyüklüğüne göre değişirdi... Marmara limanında Kalas ve Payanda’ların tekneye uygunluğu kontrol edilip, güverteye boylu boyunca yerleştiriliyordu. Uzun bir yol vardı önlerinde: Sabah erkenden limandan ayrılıp denize açılacak, Kabatepe’ye kadar hiç durmadan seyir yapacaklardı. Kabatepe’de teknenin donanımı bitirilip. Ertesi gün avlanacakları bölgelere doğru dağılacaklardı.
Av mevsiminin başladığı şu günlerde “Yaman Koray’ın ‘Deniz Ağacı’ adlı romanında anlattığı gibi bir manzara karşılıyordu balıkçıları:
“Güneş tam tepelerindeydi. Deniz dümdüzdü. Pırıl pırıl yanıyordu. Maviden çok beyazdı. Parlak, hareketsiz bir beyaz. Güneşe dönmüş kocaman bir aynaydı deniz. Senenin bu ilk sakin gününde; ısınmak, canlanmak için serilmiş yatıyordu...”
Yaman Koray’ın bu muhteşem romanından 1974 yılında yönetmenliğini Orhan Elmas’ın yaptığı “Kanlı Deniz” adında bir film çekilmişti. Filmde birbirinden değerli Yeşilçam oyuncuları oynuyordu. Başrolde ise Tarık Akan, Hale Soygazi ve Orçun Sonat vardı.
Kılıç Balığı kış aylarını derin suda geçirir, havaların ısınmasıyla birlikte ılıklaşan yüzeye çıkar. Görülebilmeleri için deniz koşullarının iyi olması gereklidir. Çünkü Kılıç, sadece bir elin parmakları kadar yelesini su üstüne çıkarır. Yavaş ve kıvrak hareketlerle yüzer. Balıkçılar, metrelerce ötede bu kuyruk ve yele izlerini büyük bir dikkatle takip ederler. Kimi zaman göz yanılsamasıyla hayal kırıklığı yaşanır. Kimi zaman da Yunus Balığı görülürdü. Teknede herkesin elinde bir dürbün, farklı yönlere bakarak deniz izlenir. Saatlerce bir tek yele dahi görünmediği olurdu. Balık görüldüğü anda, o noktaya tam yolla gidilir. Zıpkını atacak kişi hızla kalasın üzerine çıkarak en uç noktasına otururdu. Balıkçı, ayaklarını demirden yapılmış bir desteğe basıp, ayağa kalkar. Zıpkınlar ‘Gönder’ adı verilen bir sırığa bağlı olur. Kalasın uç kısmında oturan zıpkıncı, zıpkını balığa isabet ettirebileceği mesafeye kadar takip ederdi. Balığın konumuna göre başı ile sağa veya sola işaret vererek dümenciye yol gösterirdi. Zıpkını var gücüyle balığa saplayıp ‘Gönder’i çekerdi. Veya balık uzakta ise gönderi hızla balığa doğru fırlatırdı. Zıpkınlar vücuduna saplanan balık dibe doğru dalışa geçer, kimi zaman 100 metreye kadar indiği olurdu. Bu esnada zıpkınlar ip ile tekneye bağlı olduğundan boş koyulur. Saplandıkları yerden çıkması önlenirdi... İlk birkaç dakika, şaşkınlık ve baygınlık geçiren balığı, hızlı hareket edebilirlerse tekneye alabilirlerdi. Yavaş hareketlerle ip çekilerek balık yüzeye çıkartılır, ‘Kakıç’ ile destek alınarak, üst çenesi kalın bir bez parçası yardımıyla tutulur ve güverteye alınırdı. Aksi takdirde balık ayıldığında kılıcını sallayan şövalye misali saldırganlaşırdı.
Balığın üst çenesi jilet kadar keskindi, herhangi bir yaralanmaya imkân vermemek için “KafaKuyruk” adı verilen bir bağlama yöntemiyle, güverteye alındıktan sonra mutlaka bağlanırdı. Limana gelindiğinde ise tartılarak buzhaneye taşınan balıkların ‘Gaga’ diye tabir ettiğimiz çenesinin üst kısmı kesilirdi. Marmara Adası’ndaki birçok ev ve lokantada, üzerinde yakalandığı tarih ve kilosu yazılan bu Kılıç Balığı Gagaları’ndan bulunmaktadır. Bazen balığı tekneye almak uzun süreceği için, zıpkına bağlı olan ipe şamandıra bağlanılarak denize bırakılır, başka bir av için zamandan tasarruf edilirdi.
Kılıç Avı’nda bir kural vardı. Bütün balıkçılar bu kurala uyardı. Kalas’a çıkmış adamın balığına dokunulmazdı. Yani Kılıç balığını görüp zıpkın atmak için Kalas üzerine çıkılmış ise, balık, onu ilk görene ait kabul edilirdi. Başka bir tekne o balığa doğru hamle yapmaz, başka bir balık avlamak üzere yoluna devam ederdi. Her yıl rızkının ve tutkularının peşinden Ege sularına gelen balıkçılar, hava koşulları iyi gitmez ise bereketsiz bir av sezonu geçirdikleri için buruk dönerlerdi Ada’ya. Ancak bir sonraki sezon başında adeta birbirleriyle yarışırmışçasına hazırlanırlardı Kılıç’a.
Bir tutkuydu onlar için kalasın üzerinde olmak... Avını yakalamaya hazırlanan kaplan misali, akıp giderken deniz ayaklarının altından... Durumdan habersiz ‘Kılıç’ nazlı nazlı süzülüyor olurdu güneşin altında. Halim Şefik Güzelson’un dizelerinde rastlıyoruz Kılıç balığının öyküsüne...
bu bir kılıç balığının öyküsü,
yazılmasa da olurdu.
ama bizi yeni sulara götürecek akıntı durdu,
uskumrunun arkasından gidiyorduk.
sürünün içinde ben de vardım.
sırtımda bir zıpkın yarası.
mutlu olmasına mutluydum,
nedense gitmiyordu kulağımdan
bir türlü
o “ağ var” sesleri...
denizkızı girmiş düşünceme
ben iflah olmam,
dalyanları birbirine katmak orkinosların harcı...
dolanınca ağa çok geçmeden küserim,
bir çocuk bile çeker sandala beni
bu kadar ağır olmasam.
beni böyle koşturan yaşama sevinci,
kanal boyunca bir o yana bir bu yana..
siz yok musunuz, siz derya kuzuları
kestim kılıcımla karanlığını dibin.
yakamoz içinde bıraktım suları,
ah ayaz gecelerde olur ne olursa..
sırtımda bir zıpkın yarası.
alın beni mor kuşaklı bir takaya götürün.
iri gözlerimde keder
kılıcımda hüzün.
satın beni, satın beni rakı için!
Yazı hazırlanırken; Hakkı Doğan fotoğraf arşivinden, Yaman Koray’ın ‘Deniz Ağacı’ adlı romanından, Mustafa Ensert’in anlatımlarından ve H. Can Yücel arşivinden yararlanılmıştır. Bu yazı ilk kez Kancabaş https://www.facebook.com/groups/marmara.kancabas/ kültür platformunda paylaşılmıştır.