Pazartesi, 15 Temmuz 2019 23:28

Gübre yığınının içinde erdem

Ögeyi değerlendirin
(3 oy)

2000 yılıydı. İstanbul’a aşık ama İstanbul ile maddi bağı bulunmayan bir vatandaş olarak bu şehri terk etmem gerektiğini bilerek süreyi uzatmaya çalışıyordum. Artık şehrim olan Adana’ya dönme zamanım gelmişti.

Tutunamayanlardan biriydim.

Son bir umut Burgazada’da oturan arkadaşıma giderek bir kaç günü denizin kıyısında geçirmek ve vedalaşmak istedim bu güzel şehirle.

Öğretmenler Evi’nin hemen önünde yolda ilerlerken bir ses duydum ama o sesten önce sanki bir enerji gelerek bütün benliğimi sarmıştı. Bugün eşim olan o günse beni büyüleyen bir enerji. Bir atlı yük arabasının üzerinde ayakta dizginleri tutuyordu. O güne kadar atın da at arabalarının da farkında değildim koşullu düşüncelerle baktığımdan.

Zenginlik bu olsa gerek. Bir tarafta varlığının heybeti ile kocaman İstanbul, diğer yanda at arabasının üstünde ve tüm şehirli alt yapısıyla bir genç adam ve yemyeşil bir doğayı masmavi suları ile kucaklayan Marmara.

Bilmiyorum ama taşı toprağı altın dedikleri İstanbul gerçekti benim gözümde. Çünkü kim onun eline düşse tuttuğunu altın eder İstanbul. Bazen zamanı fazla kullansa da her gün sınırsız göç alsa da sonuç hep aynıdır. Süreyi uzatan insanların mizaçlarıdır ama günün birinde aynı yere varılır.

Üç gün diye başladığım misafirliğim o yıl bir yaz sürdü. O yaz günlerimin çoğu da bir ahırda geçti. Uzun zaman çıkamadım o ahırdan. Felsefe sohbetleri için de hayatın anlamını sorgulamak için de iyi bir yerdi. Atlarla bu denli yakın olmak şu emperyalist dünyada onlarla neredeyse aynı şartlarda olduğumu fark etmek hem acı veriyor hem de ne yapma bilincimi geliştiriyordu. Bunu ancak yıllarını bu uğurda sofistike bir yaşamla geçirmiş birinden öğrenebiliyor insan.

Birçok şehirli arayış içindeki kız ya da erkek gençlerin ahırlarda geçirdiği böyle zamanları oluyor aslında adalarda. Hepsinde hikaye benzer. Kendi insanlıklarını bir hayvandan öğreniyorlar. İçlerindeki adalet ve şefkat bilinçlerini de onu nasıl kullanmaları gerektiğini de hatırlatıyor ahırlar.

Eşimin ahırı kimleri görmüştür kimleri. Ne sanatçılar, ne kimsesizler, ne arayış içinde olanlar, ne suçlular gelip geçmiştir o ahırdan bir dem soluk alıp. Ben eşimde kaldım gidemedim en büyük yaralı kuşlardan biri olarak. Yaram sahip olamadıklarım değil de gerçek yaşamı bulamamamdı. Ne olduğumu bilememem, ne için yaşamam gerektiğini anlayamamam, nasıl davranmam gerektiği hakkında bir fikir edinmiş olamamamdı yaşadığım yıllardaki imkanlarımla. İstanbul bana taşı da toprağı da altın olarak kendinden külçelerce altın bahşederken yine büyüklüğünden bir şey kaybetmedi.

Ekonomik sıkıntı içindeki eşim, her şeye rağmen hayatta kalmaya da o hayatı atları ile canlandırmaya da devam ederken dışarıdan bakıldığında atlara eziyet edilen, zavallı, çaresizlikler içindeki bir sistemin parçası gibi görünen bir fotoğrafa can veriyor. Ama gören gözler içinse bu fotoğraf büyük bir derinliğin, bir olmanın bilincini ışıtırken dünya bilincinin üzerine "Başka bir dünya var" dedirtiyor. Büyük bir erdem var o gübre yığının içinde. Büyük bir sıcaklık duygusu var o hayvan sevgisinde. Büyük bir emek var hayat kavgasında. Kolesterol yok, şeker yok, tansiyon yok, fazla yağ yok sadece.

 

Son değişiklik Salı, 16 Temmuz 2019 18:40
Yorum yapmak için oturum açın