29 Haziran Cumartesi günü öğle saatlerinde önce haberi geldi, sonra tepeyi saran dumanı.
Orman alev almıştı. Korktuğumuz başımıza gelmişti. Yine.
Yaz bitene kadar her hafta sonu olduğu gibi, o günü de burnumuzu evden çıkarmadan geçiriyorduk. Adaya gelen ve dönen motorların akıl almaz kalabalığından arkadaşlarımızı bile ağırlayamadan. İhtiyaçlarımızı önceden alıp eve stokluyoruz, çok acil bir şey eksikse markete telefon açıp sipariş veriyoruz. Davet ettiğimiz dostlarımıza ya cumadan gelip bizde kalmalarını ya da hafta içi gelip dönmelerini öneriyoruz. Diğer adaları hafta sonu hiç göremedik, ama vapur motor kalabalıklarından ve anlatılanlardan biliyoruz ki onlar da Heybeliada gibi tabiri caiz ise resmen istila ediliyor. Son birkaç yıldır adalara hele Büyükada'ya olağanüstü ilgi ve merak ile akın akın gelen Arap turistlerin yanı sıra Heybeliada farklı bir İstanbul halkını da cezbediyor.
Yakın tarihte şehre göç etmiş aileler belki de hayatlarında ilk defa denize açılıp vapura binerek doğruca Heybeliada'ya geliyorlar. Modern giyimli türbanlı ya da çarşaflı gençler kalabalık grup olarak keşfediyorlar adayı. Bisiklet kiralayan, yokuşlarda, özel mülk olduğunu fark edemedikleri bahçelerde, köşklerin kapılarında fotoğraf çeken en az dört beş kişilik arkadaş grupları ile hafta sonlarında adanın tadını çıkarıyorlar. Çöp atmaya çıktığımızda ki, evimiz tepede ve çıkmaz sokakta, karşılaştığımız yolunu şaşırmış gençlerin kimi selam vererek kimi ise hatır bile sormadan gitmek istedikleri yeri tarif etmemizi istiyor.
Suriyeli genç erkekleri saç tıraşları ve kısa dar paçalı pantolonları ile uzaktan tanıyabiliyoruz. En az beş altı kişilik gruplarla geziyorlar. Evlere çıkan yokuşlara, merdivenlere manzarayı seyretmek için oturuyor, yüksek sesle konuşurken kutulardan arpa sularını içip çekirdeklerini yiyor ve maalesef sonra tüm tükettiklerinin atıklarını oracıkta bırakıp gidiyorlar.
Çoğu çok çocuklu aileler bir arada piknik, plaj için geliyor adamıza. Sokaklar ellerinde torbalar, ter içinde kalmış yolunu şaşmış nerden baksan üç aile, kimi pusette kimi kiraladığı bisiklette en az sekiz on çocuk ile kendine piknik yeri arayanlarla dolu. Sabah evden ne de güzel temennilerle çıktıklarını tahmin etmek kolay, bir gece önceden yemekleri hazırlamışlar, börekleri kızartmış dolmaları sarmışlar. Anneler ablalar türbanlı onlar denize girmeyecek ama küçük çocuklar heyecandan yerinde duramıyor, babaları ile suda oynayacaklar. İskeleye kadar birkaç vasıta değiştirmiş, kapasitesi üzerinde yolcu alan motor ya da vapurda kalabalıkta oturacak yer bulamayıp ayakta kalmışlar. Elleri torba dolu, içecek sularını bile evden getirdikleri erzakları ağır, adanın yokuşları dik, güneş ise yakıcı. Aradıkları deniz kenarları ise çitle çevrili. Giriş ücretli. Kapısında cebindeki parası yetmeyen aile babasının çaresiz ifadesi, denize girmek için sabırsızlanmış çocukların gözyaşları ve oturup pişirdiklerini yemek, yedirmek isteyen kadınların yorgunluğu. Yürüyorlar bilmeden sokak aralarında, İstanbul çevre yolu kenarlarında görmeye başladığımız piknik yapacak ağaç altı bir karış toprak arıyorlar.
Tepesinde Ruhban Okulu yer alan İstanbul'a bakan ağaçlı yamaç Değirmen Burnu Milli Parkı ve girişi ücretli. İçinde yürüyüş yolları, mangal yakacak yerleri ayrılmış, piknik yapılabilecek ahşap masaları da bulunan çamların gölgesinde iyi düzenlenmiş bir alan. Orayı bilmeyen ya da para vermek istemeyenler ise bilinmeze yürüyor ve sonunda yorulup ormanın içinde bir köşeye yığılıyor. Taşlarla çevirdiği alanda yakıyor ateşini, çıkarıyor mangalını yasak ama kontrol edecek kimse olmayınca kime ki o yasak.
Ah bir de o adanın saklı kuytularında gençlerin özgürlük keyfi var ki, zaten şehirden kaçmışlar tanıdık birine rastlama ihtimali herhalde beş on milyonda bir. Zaten deniz, güneş, çam kokusunun beyindeki etkisi ile salgıladıkları keyif hormonlarının tadını çıkarıyor. En güzeli adanın gözlerden ırak köşelerini keşfetmek. Gençlik işte zengini fakiri, Türk'ü Suriyelisi, açığı kapalısı fark eder mi, ada havasında mutlu oluyorlar.
Olsunlar elbette ama, günü birlik ziyaretçi geldikleri ada başka insanların evi, yaşam yeri olduğunu da keşke unutmasalar.
29 Haziran Cumartesi gene "yandık". Heybeliada'nın en ücra köşeleri, piknik yapılmaz, yürüsen yolu bulunmaz tepelerinde yangın çıktı. Adadakiler yetmedi her zamanki gibi, İstanbul'dan gemilerle gelen ek itfaiye yetişti yardımımıza. İki helikopterin de destek verdiği yangın saatler içinde söndürüldüğünde "çok şükür evlere gelmedi, can, mal kaybı olmadı" diye sevindi şehirdekiler.
Oysa ağaçlarımız yandı bizim. Birkaç hektar alanda çam ağaçlarımız, kuşlarımız, kirpilerimiz, kelebeklerimiz, kovanlarına öz toplayan arılarımız. Kim bilir kaç kertenkele, kurt ve böcek yandı. Kaybetmediklerimize sevinmek gelmedi içimizden, kaybettiklerimizi düşününce.
Hafta sonu kalabalığa karışmadan bazen tepelere yürüyoruz eşimle. Piknik alanlarından, sahilden plajdan uzaklara, sigarası arpa suyunu almış müziğini açmış ağaç kuytusunda kendine yer bulmuş gençlerle karşılaştığımızdan "atma evladım çöpünü buraya, taşları dizip yakma ateş, sigarını söndür mutlaka" diyemiyoruz. Kalabalıklar, keyifleri yerinde, duymuyorlar, bilmiyorlar anlamıyorlar.
Bugün gene yandık Heybeliada'da. Kaç hektar ağacımız, onları yuva yapan kim bilir kaç börtü böceğimiz yok artık. Biliyoruz kim nasıl sebep oldu ama değer vermiyor, korumuyorsanız, lütfen gelmeyin adaya da diyemiyoruz…