Ne Fransa ne İspanya; ‘Hem Fransa hem İspanya’
Atlas Okyanusu kıyısında başka bir kültür: Bask Bölgesi
3 Haziran 2017’de THY’nin 10.20 uçağına binerek İstanbul’dan hareket ile 3 saat sonra Bordeaux havaalanındayız. Üzüm bağlarının uçaktan iner inmez bizi karşıladığı şehri dönüşte gezeceğiz. Kiraladığımız Jeep’imizle saat 14.20’de Biaritz’e doğru yola çıkıyoruz. 19. yy ortalarında III Napolyon’un eşi Empress Eugenia de Montijo Biarritz’i keşfetmiş burayı. Şu anda Hôtel du Palais olarak bilinen sarayı yaptırmış. Zamanında burjuvaların önemli tatil yeri olan Biarritz, 20. yy ortalarında Akdeniz’deki Cote d’azur keşfedilince önemini yitirmiş.
Hava ılık ama kapalı ve rüzgârlı, çisenti halinde yağmur yağıyor. Otelimize yerleşip merkezden deniz kenarına doğru yürürken çok şık evleri olan bir sayfiye şehrinde olduğumuzu anlıyoruz. Ünlü Fransız ve İtalyan markalarının pahalı mağazalarının iki yanda dizilmiş olduğu ana caddenin sonundan gördüğümüz manzaradan nefesimiz kesiliyor. Geniş ve uzun plajlar (Cote des Basques) sörf yapmaya çalışanlar, devasa dalgalar ve koyu bir gökyüzü, kıyıdaki muhteşem saray, deniz feneri ve sonsuz gibi görünen Atlas Okyanusu, doğayı şahane bir yağlıboya tabloya benzetmiş. Sörf yapılan Cote des Basques plajını geçip Virgin kayasına varıyoruz. Denizdeki kaya ada demir köprüyle ana karaya bağlanmış üstüne Meryem Ana heykeli dikilmiş. Virgin kayasının hemen dibindeki eski liman denilen bölgede küçük Port Vieux plajı çok güzel. Grande Plage şehrin önündeki kumsala verilen ad, yazın çok hareketli. Atlas Okyanusu kıyısında dalgalı denizi, ilginç kıyı oluşumu, deniz feneri ve sörfçüleri ile Fransız Baskı’nın en güzel şehri Biaritz, kesinlikle güney Fransa’dan daha etkileyici. Otel Palais için buranın simgesi diyebiliriz. Bu saray meşhur etmiş bu şehri. Restaurant Le Corsaire’de deniz ürünlerinden oluşan bir menü ve üstüne Gateau Basque denen badem ve vişneyle yapılan (farklı tarifler de mevcut) kekten oluşan akşam yemeğimizi yerken dışarıda, rüzgâr ve ince bir yağmur bize eşlik ediyor; hava biraz üşütürmüş gibi yapsa da duvarda asılı elektrikli sobalarının sıcaklığında mutluyuz.
4 Haziran sabahı Biaritz’de kahvaltı yaptıktan sonra sokaklarda antika arabaları ile 19. yy dönem giysileri içinde neşeli dolaşan yerli halka rastlıyoruz. O gün festival varmış, ürettikleri reçelleri, peynirleri, el işlerini satıyorlar, köylüler, çiftlik hayvanlarını ve atlarını gururla sergiliyorlar. Bask bereleri giymiş erkekler, süslü elbiseleri ile kadınlar, meydanda orkestra eşliğinde yerel şarkılar söylerlerken, barmen yarışması için ellerindeki tepsideki şişe ve bardakları düşürmeden koşarak getiren barmenler, meydana giriş yapıyorlar. Neşe içinde geçen tatlı bir pazar sabahı...
Öğlen olduğunda buradan ayrılıyor ve bir balıkçı kasabası olan St. Jan de Luce’e doğru yol alıyoruz; geniş kumsalı ve tekneler ile dolu marinası var. Arabamızı otoparka bırakıp merkeze yürüyoruz. Burası artık balıkçı kasabası değil, turizm cenneti olmuş. Hepimiz kasabaya âşık oluyoruz. Hediyelik dükkânları ile dolu yaya caddeleri, güzel ve rengârenk evleri, küçük meydanları, uzun sahili ile tablo gibi bir yer. Neredeyse bütün küçük sokaklarına girip geziyoruz.
Otobandan bu defa Bilbao’ya doğru yola koyuluyoruz. Otoban ücretinin pahalılığı dikkatimizi çekiyor. Girdiğimiz bütün otobanlar pahalı. Otelimize yerleşip, resepsiyonistin tavsiyesine uyuyor, arabamızı almıyor, tramvay ile şehrin simgesi olmuş Guggenheim müzesini görmeye gidiyoruz. Bilbao, 1980’lerde oldukça bakımsız ve kasvetli bir havası olan 1990’larda ise bu ünlü müze ile adeta küllerinden doğan, görmüş geçirmiş bir kent. Şimdilerde gözde bir turist merkezi... Bu olağanüstü değişimin başlangıç noktası ise Nervion Nehri kıyısında yer alan bakımsız bir binanın, göz alıcı bir müzeye dönüştürülmesine dayanıyor. Buna Bilboa Effect diyorlar. Ünlü mimar Frank Gehry’nin şaheseri Guggenheim Müzesi, hem ilginç mimarisiyle dikkat çekiyor, hem de sergilenen Pop Art, Conceptual Art ve Abstract çalışmalar ile çağdaş sanat anlayışına vurgu yapıyor. Müze üç kattan oluşuyor ve içindeki sergiler zaman zaman değişiyor. İlk kattaki Mittal galerisi son derece değişik. 2. katta ise empresyonist ve klasik ressamların tablolarından oluşan bir koleksiyon da var. Yılda 1 milyon ziyaretçi geliyor. Hava kapalı ve ılık ama dışarıda çılgın bir yağmur yağıyor. Aldırmıyoruz. Önce müzenin dışını geziyor, sonra içini geziyoruz çünkü müzenin dış görünümü ve mimarisi ve önünde yer alan post modern heykeller çok çok özel. Ünlü Post modernist sanatçı Jeff Koons’un müze ile bütünleşmiş heykelleri açık havada sergileniyor.
Sıkı yağan yağmura aldırmadan şehrin en merkezi caddesinde turluyor ve akşam yemeği için kendimize güzel bir lokanta seçiyoruz. Bask’ın en büyük özelliği bilhassa İspanyol kısmında daha zengin ve karakteristik olmak üzere gurmelere layık yiyecekleri. Avrupa’nın en fazla sayıda Michelin yıldızlı lokantası burada bulunuyor. Küçük ekmek parçacıkları veya sandviçlerin üzerine konulan bin bir çeşit meze her zevke hitap ediyor ve bunlara Pintxos (Pinços) deniyor. Txakoli adı verilen yöresel beyaz şarap eşliğinde yeniyor. Şehrin ortasından geçen Nervion Nehri’nin üzerinde tekne gezintisi yaparken de bölgenin yerel mezelerini ve Txakoli adlı beyaz şarabını tadabiliyorsunuz. Bu keyifli tekne yolculuğu esnasında şehirden etkileyici manzaralara ve Getxo ile Portugalete kasabalarını birbirine bağlayan Vizcaya Köprüsü’ne şahit oluyorsunuz. Tüm ana caddeler, kentin merkezinde bulunan Plaza Moyua’da birleşiyor, eninde sonunda bu meydana çıkıyorsunuz.
Ertesi sabah tatlı bir güneş şehrin üzerinde parlıyor; tekrar Guggenheim Müzesi’nin önüne gidiyor, Jeff Koons’un ünlü çiçekten köpeği ile fotoğraf çektiriyoruz. Bilbao’yu bu defa yaz havasında turluyoruz. Köprüyü, tiyatro meydanını fotoğraflıyoruz. Kapalı olduğundan çok ünlü tiyatronun içini gezemiyoruz ne yazık ki. İspanyol tekstil ve dünya markalarının bütün mağazaları Plaza Moyua çevresinde bulunuyor. Zara, Mango, Bershka, Springfield ve Blanco en tanınmışları. Bilbao’ya gelmişken ünlü gözlüklerinden satın alıyoruz.
5 Haziran sabahı kentten ayrılırken tarihi maçların oynandığı stadın önünde hatıra fotoğrafı çektirip yola koyuluyoruz
60 km mesafedeki Bask ülkesinin nüfus olarak ikinci büyük şehri başkent Vitoria-Gasteiz’e uğruyoruz. Ulaşımın otoban ile olduğu kent 2012 yılı Avrupa’nın yeşil başkenti ilan edilmiş. (Sadece burası değil tüm Kuzey İspanya’nın gördüğümüz her yeri yemyeşildi.) Bu şehirde yaşayanlara Babazorros deniyormuş, Baskçada anlamı fasulye yiyenler!
Oradan akşamüzeri Pamplona’ya geliyoruz. Otelimiz Yoldi şehir merkezinde ve Pintxosların atıştırıldığı Tapas barı ile oldukça keyifli. Gece eski şehirde dolaşıyor, tabii ki Pintxos ve nefis dondurma yiyoruz.
Her yıl 6-14 Temmuz arası düzenlenen San Fermin festivali sırasında kent sokaklarında özgürce bırakılan boğaların önünde koşan yüzlerce genç insanın çılgınca itiş kakışı bu şehri çok özel kılıyor. Ayrıca dünyaca ünlü yazar Ernest Hemingway’in “Güneş de Doğar” isimli romanı da şehri meşhur etmiş.
6 Haziran sabahı, otelde yaptığımız kahvaltının ardından tarihi Arenaya gidiyoruz. Rehber eşliğinde Arena turuna katılıyoruz. Boğa koşusu arenada bitiyor ve final burada gerçekleşiyor. Arenanın önünde Hemingway heykelini fotoğraflıyoruz. Savunmasız ve zavallı boğanın, insan gücünü sınamak için kullanılması çok ilkel ve bu âdetin hâlâ süregelmesi çok şaşırtıcı. Arenanın içinde yer alan müzede matador kıyafetleri, aksesuarlar sergilenirken, slayt gösterisinde etkinlik canlandırılıyor. Şehri dolaşmaya devam ediyor Katedrali, Ortaçağ’dan kalma binaları görüyoruz. Yemyeşil, şipşirin, buram buram Ortaçağ kokan, lezzetli Pintxos’larının tadı hâlâ damağımızda, harika Pamplona’dan ayrılıyoruz.
Sisli dağlarda yemyeşil köylerden geçiyoruz saat 14.30’da Saint-Sebastian’a giriyoruz. Bask ülkesinin, geleneksel film festivali, sanat etkinlikleri, plajları ve Michelin yıldızlı restoranları, Tapas barları ile ünlü harika bir kenti. Bana göre en güzeli. Çok keyifli bir yaşam sunuyor ziyaretçilerine. Otelimiz Zenit’e yerleşiyor, şehri dolaşmaya başlıyoruz. Nadide ağaçları olan yemyeşil parklar, yüzlerce manolya ağacının insanın içine işleyen mis kokusunda, sahil şeridini çevreleyen beyaz ferforje banklarda oturup, beyaz ferforje parmaklıkların ardından o muhteşem okyanus manzarasını sıradan bir şey yapıyormuş gibi izlemek, biz uzaklardan gelenler için sıra dışı bir romantizm. Akşam eski şehrin dar sokaklarında yan yana dizilmiş tapas barlardan birine uğruyor, lokanta kısmında taş üzerinde cızırdıyarak pişirilen et ve deniz ürünleri ve geleneksel İspanyol pilavı olan paella ve İtalyan tarzı carpaccio yerken izlenimlerimizi konuşuyoruz.
Saint Sebastian ya da Baskça adıyla Donostia; şehir içindeki iki büyük plajı, eski şehri ve içindeki tarihsel yapıları, köprüleri, yemyeşil doğası ile adeta tablo gibi. Seyrine doyum olmayan kentin her köşesine tekrar tekrar bakmaktan kendimizi alamıyoruz. Yarınki hedefimiz şehrin olağanüstü manzarasını gözler önüne seren İgeldo Tepesi’ne gitmek ve denizle iç içe olan bu şirin bölgeyi iyice tanımak.
7 Haziran sabahı kahvaltıda Basklılara özgü geleneksel domatesli ekmek yiyorum, çoğu zamanlar bunu tercih ediyorum sonra en ünlü köprüye gidiyoruz. Arabamızı kıyıya park edip şehrin dünyaca ünlü plajından denize girmeden önce tepedeki Miramar Sarayını görüyoruz. İki plajdan La Chonca hilal gibi şekli ve ortasındaki Santa Clara adası ile ay yıldızı andırıyor. Denizi pek dalgalı değil, kentin doğu kısmındaki diğer plaj Zurriola’nın kumsalı geniş denizi de oldukça dalgalı. Plajın kırmızı bayraklar ile ayrılmış yüzmenin tehlikeli olduğu bölümünde dalga sörfü yapanları izliyoruz. Saat 16.30’dan sonra işten çıkanların da doldurduğu plajlarda havlu sermeye yer kalmıyormuş. Tüm plajlarda denize giren ve güneşlenenlerden daha fazla insan kıyı boyunca yürüyor, İspanyollar hem güneşlenip hem de spor yapıyorlar San Sebastian’da. Onderrata Plajından fünikülerle Monte Igeldo tepedeki kuleye çıkıyor, Saint Sebastian’ın küçük koyu ortasındaki Santa Clara adası ve karşısındaki eski şehri seyrediyoruz. Fünikülerden indikten sonra deniz kenarından yürüyerek eski şehrin olduğu yere kadar kumsal kenarına yapılmış yoldan keyifli bir yürüyüş yapıyor, yolun ortalarında meşhur Londra Oteli'ni ve önündeki kafeleri görüyoruz.
Burundaki eski şehre vardığımızda dar sokaklar ve sayısız bar ve hediyelik eşya dükkânı olan Ortaçağ tarzı binaları görüyoruz. Basklılar öğlen ve akşam yemeklerinden önce barlara uğrayıp küçük mezelerle şaraplarını içmekteler. Pintxos’lar her barda ayrı lezzet ve malzeme ile sunuluyor. Bask şefleri eşliğinde bölgeye has menülerle eğlencenin ve şovların eksik olmadığı akşam yemekleri, Michelin yıldızlı restoranlarda yemek ve şarap tadımı bölgeyi eşsiz kılıyor.
Bask bölgesi, tabii ki sadece doğal güzellik veya yemek, içmek demek değil. Farklı dil konuşan ve çok eskiye dayanan bir etnik kavim olmaları dolayısıyla yakın zamana kadar iç savaşları ve direnişçileri ile hep dünya gündemini meşgul etmiştir. İspanya İç Savaşı sırasında Nazi ordusunun Guernica kenti bombardımanı, ünlü İspanyol ressam Picasso’nun devasa tablosunda iç savaşın, acının ve ezilmişliğin sembolü olarak tuvale yansımıştır. Diktatör Franco’nun baskı rejimine karşı 1960’da ortaya çıkan ETA örgütü güçlenerek Guernica Özerklik Kanunu ile özerklik elde etmelerine rağmen Fransız ve bilhassa İspanyol merkezi hükümet ile ilişkiler sıkıntılı devam etmiştir. Şimdilerde Fransız kısmında kalan Basklılar referandumla Fransız kanunlarını kabul ederken, Vitoria Gasteiz şehrinde bulunan parlamento halen çalışmaktadır.
Saint Sebastian’ın yakınlarında yer alan onlarca güzel balıkçı kasabasından birini seçiyoruz. Getaria’ya gidiyoruz. Öğlen marinaya ve plaja bakan bir yamaçta deniz ürünleri yiyor, açık hava yürüyen merdiveni ile yukarılara çıkıyoruz. Müzesi, katedrali, şık evleri ile çok güzel. Sonra Hondarabia’ya gidiyoruz. Burası kalesi, şatosu, otantik evleri ile çok daha karekteristik. Katedralin önündeki meydandan kuşbakışı denizi seyrederken kahvelerimizi içiyoruz. 2. Gece de Saint Sebastian’dayız.
8 Haziran sabahı istemeye istemeye Saint Sebastian’dan ayrılıyor ve yeniden Biaritz’e gidiyoruz. Bu defa hava çok sıcak. Aklımızda kalanı gerçekleştiriyor ve kendimizi köpüklü dalgalara, okyanusa bırakıyoruz.
Sonra güzel evleri ve çam ağaçları ile Büyükada’ya benzettiğim yazlık kasaba olan Arcachon’a gidiyoruz. Plye Dune isimli plajı çok çok ilginç. Atlas Okyanusu kenarında büyük bir koya bakıyor. Kasabanın biraz dışında okyanus kenarında rüzgârla oluşmuş kum tepesi Dune du Pilat, Avrupa’nın en büyük kum tepesi. Ön tarafında Atlantik okyanusu, arkasında ise uçsuz bucaksız ormanlar var. Milli park girişinde arabayı bırakıp kumula doğru ilerliyoruz. Tepeye yaklaşık 150 basamaklı bir merdivenle çıkılıyor. Zirvede bir tarafta okyanus bir tarafta orman, kumlara bata çıka çocukça bir coşkuyla düşe kalka yürümeye çalışıyoruz. Milli park içinde gezmek de güzel olurdu ama sıcak havaya aldırmayan yağmur bir, iki damla derken artınca girişteki hediyelik eşya satan dükkânları gezip arabamıza dönüyoruz. Hava çok sıcak, yağmur atıştırmaktan vazgeçiyor. Denize giriyoruz. Sahildeki balık restoranında yemek yerken yağmur bastırıyor.
Arcachon’dan hızla ayrılıyor, şiddetli yağmur altında seyahat ediyoruz. Yol çalışmadan dolayı kapalı; deviasyonlardan geçiyoruz, akşam karanlığında maceralı bir seyahat sonrası Bordeaux’daki otelimize varıyoruz.
Türkçe söylenişi ile Bordo, Garonne Nehri kenarında 250 bin nüfuslu yürüyerek gezilebilecek küçük bir üniversite şehri. Trafiğe kapalı alışveriş caddesi Rue Sainte-Catherine’de güzel dükkânlar, resim galerileri var. Ünlü Bordo şarapları Garonne ve La Dardogne nehirleri vadilerinde yetiştirilen üzümlerden yapılmakta. Atlas Okyanusu’ndan 100 km içeride olmasına karşın önemli bir liman şehri. Nehrin kenarında gezi ve spor alanları bulunmakta. Otele yerleştikten sonra gece yürüyerek şehri geziyoruz.
9 Haziran sabahı Bordeaux’yu dolaşıyoruz. Grosse Cloche (Büyük Çan)’dan başlayarak eski şehri yürüyerek geziyoruz. Nehir kenarındaki kordon boyunda, ince bir su tabakası püskürterek, arkada şehrin Ortaçağ’dan kalma binalarının sisler içinden seçildiği, su aynası dedikleri bir imaj yaratmışlar. Eski ve köhne Bordeaux’yu güzel göstermek için çok sanatkarane bir buluş doğrusu; biz de diğerleri gibi bu imajın içine girip kendimizi fotoğraflıyoruz. Öğle üzeri göz alabildiğine uçsuz bucaksız şarap bağları, üretim yerleri ve mahzenleri, satış mağazaları, sanat galerileri ile çok beğendiğimiz ünlü St. Emillon kasabasına gidiyoruz. Burada her şey üzüm ve şarap üzerine kurgulanmış. Akşam şehre dönüyor, tiyatro meydanını, katedral meydanını geziyor, Hotel de Ville’de kırmızı şarap eşliğinde antrekot yiyoruz.
10 Haziran sabahı biraz daha Bordeaux’yu gezip, ülkemize dönüyoruz. Geride bıraktığımız ise tarihi, kültürü, sanatı, yemyeşil doğası, kimi zaman uslu duran, kimi zaman köpük köpük coşan okyanusu, sayısız balıkçı kasabası, deniz kokan, şarap kokan, Pintxos’ların lezzeti, güzelliği hiç unutulmaz, uğruna savaşlar vermiş siyah berelilerin masal ülkesi; ne İspanya, ne Fransa; hem İspanya, hem Fransa: Bask Bölgesi...