Uygarlık ilerledikçe, teknoloji gelişip, hayatımızın ayrılmaz bir parçası oldukça, dokunma duygumuzu kaybediyoruz. Aslında, dokunmanın duygusal bölümünü kaybediyoruz demek daha doğru. Yoksa bir dolu alete ve tuşa dokunup duruyoruz gün boyu. Kimselere dokunmaya gerek kalmadan, ilişkiler başlatan, sürdüren, bitiren aletler ve tuşlar.
Bir alete, bir “Seni seviyorum” cümlesi tuşlayarak, aşkımızı ilan ediyoruz. Başka bir aletin başında oturup saatlerce sohbet ediyoruz. Görüntülü konuşma ile hasret gideriyoruz. Dokunmadan, sarılmadan, öpmeden, koklamadan... Yok artık, yakın temas yok. Biz, arada kalan nesil olarak, bu duruma pek kolay uyum sağlayamıyoruz ama yarattıkları sanal ortamda, mutlu memnun yaşayan bir gençlik var... Anlamakta zorlandığımız garip bir nesil. Âşık oluyorlar. Kavga ediyorlar, barışıyorlar, hatta sevişiyorlar... hatta evlenmeye karar veriyorlar... Hepsi de sanal ortamda. “İki aydır çıkıyoruz” deyip de daha el ele bile tutuşmamış gençler tanıyorum. Akla ziyan bir durum.
Yıllar önce, Sylvester Stallone ve Sandra Bullock’un başrollerini paylaştığı ‘Cezalandırıcı’ adlı bir bilim kurgu filmi izlemiştik, hatırladınız mı? Hani, mahkûmların dondurulup, beyinleri etkilenerek ıslah edildikleri bir hapishane vardı. Birtakım karmaşık nedenlerden, elli yıl sonra bir mahkûmla bir polis canlandırılıyordu... Tabii birden bire uyanıverince, onca yıl içinde akılları almayacak kadar gelişen teknolojiye ayak uydurmakta zorlanıyorlardı. O filmde şöyle bir sahne vardı:
Kadın bir ara, her türlü rahatını sağlama sorumluluğunu üstlendiği adama “Sevişmek ister misin?” diye soruyor. Adam pek sevinerek kabul ediyor. Romantik bir ortam hazırlandıktan sonra kafalarına metal tas gibi bir şeyler geçirip karşılıklı oturuyorlar. Adam şaşırıyor, sinirlenip isyan ediyor ve “Bu mudur senin sevişme dediğin?” diyor. Kadının yüzünü buruşturarak verdiği cevap ise aynen şöyle: “Ay yoksa sen sıvı alışverişini mi kastediyorsun? Öööğğğ...” Ne gülmüştük, ne gülmüştük. Buyurun işte. Henüz ülke olarak tümden o hale gelmedik belki -çünkü öyle olsaydı tecavüzler azalırdı belki- ama hızla oraya doğru gidiyoruz.
Bakın bundan başka bir konu çıktı şimdi. Bunu parantez sayın. Acaba son günlerde ülkemizin gündemini kara kara düşündüren taciz ve tecavüz sorununu kökten halletmek için, cinsel baskının yoldan çıkardığı insanları hadım edeceğimize, teknolojinin sanal ortamına alıştırırsak mesele hallolur mu dersiniz? Gerçi bana sorsalar, hadım etmelerle falan uğraşmam, hepten yok eder bitiririm işi ama bana sormasınlar zaten...
Aa... Birden dekolte gezip, tecavüzü çağırma konusu geliverdi aklıma şimdi. Tavuklar da mı dekolte geziyorlar da insanın aklına kötü şeyler getiriyorlar yani? Geçenlerde tavuğuna tecavüz eden bir adamı mahkemeye vermişti sahibi, duymadınız mı? Diyeceksiniz ki o artık sapkınlığa giriyor. Tamam. Ama o sapık eğilimler de sanal ortama taşındı artık. İnternette neler var neler... Ülkeyi köyden kente teknolojiye sarmak lazım demek... Önceleri şaşırıyorlar, sonra alışıyorlar ve gerçeğinden uzaklaşıyorlar. Sanal ortama takılmak yeterli oluyor. Neyse, ben konuyu daha fazla dallandırıp saptırmadan kapatayım bu parantezi.
Tezatlar ülkesi olduğumuz malum, öyle ki birbirinin zıttı aşırılıkları bir arada görmek mümkün. Bu konuda görülen o ki; baskının kışkırttığını serbestlik köreltiyor. Ortasını bulsak iyi olurdu ya... Beceremiyoruz işte. Laf buraya geldi ama benim derdim başkaydı aslında. Biz, teknolojinin içinde doğmadığı halde onu mecburen hayatına katanlar, içine doğdukları için onun yüzünden, en sıcak, en insanca duygulardan uzaklaşan gençlerin durumundan endişe duyuyoruz. Bedenden bedene geçen her türlü duygu yaşam için gereklidir. Sevilenin elini tutmak, omzuna dokunmak, sarılmak, bağrına basmak...
Dokunmak. Her türlü dokunmak güzeldir. İnsana, hayvana, bitkiye... Ben dokunamayacağım için balık besleyemem mesela. Gerçi küçükken bizim akvaryumumuz vardı, babam balıklara dokunurdu, onu tanırlardı ve avucunun içine girerler, kendilerini okşamasına izin verirlerdi.
Balıkları denemedim ama ben sevdiklerime dokunurum. Yalnızca insanlara değil, sevdiğim hayvanlara, ağaçlara, hatta evdeki bitkilerime dokunurum. Toprağa, suya, taşa, hatta sevdiğim eşyalara dokunurum. Deneyin. Dokunun sevdiğiniz şeye. Bakın neler geçer bedenden bedene. Düşünün; neden elleriyle görmeye çalışanlar sırf gözüyle görenlerden daha duyarlı? Dokunma duygumuzu körelten aletlerin esiri olmayın gençler. Siz onları kullanın, onlar sizi değil... Çıkın o sanal dünyadan. Ne yaşamak istiyorsanız canlı canlı yaşayın. Dokunun, sarılın, öpüşün, sevişin. Neler kaçırdığınızın bi farkına varın, sonra bana dua edin.
Kitap tanıtımı Kınalıada
“Aram Gülyüz Yeşilçam’ın en üretken muzip yönetmeni” kitabının ikinci tanıtım etkinliği 19 Temmuz Çarşamba günü Kınalıada Jush’ta gerçekleşti. Yine büyük bir ilgi vardı. Eski bir adalı olan Gülyüz’ün yakınları, eski dostları, çocukluk arkadaşları oradaydılar. Ne yazık bu kez kendisi bulunamadı. Hem işleri yoğundu hem biraz rahatsızdı hem de bir türlü inanamadığım aşırı tevazusundan, ikinci kez de bu kadar ilgi olmasını beklemiyordu. Yokluğu hissedilse de, etkinlik güzeldi, keyifliydi. Hatırlarsanız, geçen ayki yazımda, yanımda oturup benden fazla ilgi toplamasından yakınmıştım. Bu kez de keşke olsaydı da yine ‘rol çalsaydı’ diyorum.
Büyükada’daki tanıtım ve imza günü 18 Ağustos’ta (saat; 18.00-20.00) eski dostum Ahmet Tanrıverdi’nin (Fıstık Ahmet) mekânı Prinkipo’da olacak inşallah. Ve bu kez kendisi de orada olacak inşallah.
Burgaz’daki henüz kararlaştırılmadı. Ben Eylül başı gibi arzu ediyorum. Bir aksilik olmazsa onu da gelecek ay bildiririm. Bekleriz dostlar.