Yetmiş yıl kadar evvel, henüz lisedeyken, şiddetli lodos rüzgârının estiği günlerin birinde, Şehir Hatları vapurunun borda sıralarında oturmuş, kabaran dalgaların yüzüme serptikleri deniz suyunun lezzetini tadarken, yanımda oturan iki kişinin konuşmalarına kulak misafiri olmuştum:
Arkadaşlardan biri, ötekine “Heybeliada bu kadar kuvvetli rüzgâra rağmen nasıl oluyor da Büyükada’ya çarpmadan yerinde durabiliyor” sorusuna gelen cevap şöyle idi: “Adalar, denizin dibine kalın zincirlerle bağlı olduğu için!”
Sonraki konuşmalarından, bu iki insanın, hakikaten, adaların yüzen topraklar olduğuna inandıklarını, üzülerek anlamıştım.
Bu iki saf yetişkin kişi, Büyükada’nın bugünlerdeki hafta sonu kalabalığını görseler, şüphesiz ki: “Aman kaçalım, bu ada çok doldu, batacak” diye endişe ederdi.
Şimdiki kalabalığı teşkil eden bazı misafirlerimizin şaşkın bakışlarından, adaya ne için geldikleri bilmedikleri anlaşılıyor. Bunlara deniz suyunu, kürek çekmeyi, deniz rüzgârını, sevdiremez miyiz?
Lakin çok defa yüzecek yer bulamadıklarından veya plaj kalmadığından rıhtımları arşınlayarak yosun kokusu yerine mazot kokusu soluyorlar. Pahalı balık yerine, ucuz lahmacun yiyorlar. Ortamın gürültüsünden dolayı karaya kadar erişmeyen su sesi yerine motor uğultusu dinliyorlar. Rıhtımlardan, yan yana bitişik yolcu motorlarının aralıklarından denizin rengini keşfetmeye uğraşanlar, sahil boyunca dizili yemek masalarının dibinden yükselen donuk camların arkasındaki deniz rüzgârını hayal ediyorlar.
Ana caddelerde yürümek için gelenlerin azıcık deniz görebilmeleri ise sürpriz. Çünkü bina ve bahçe sahipleri, parmaklık aralarını suni perdelerle örttüklerinden, görüntü kısıtlı kalıyor.
Denize girmek niyetiyle gelenlerden ise yüzde kaçı paralı plajlara gidebiliyor? Ya kayalık yerlerden denize atlayanların yüzde kaçı sapasağlam evlerine dönebiliyor. Merak eden varsa, hastanelerden veya Kenan Evren Parkı civarında çalışan bir esnafa sorabilir.
Yüzmeyi bilmemek ayıp değil. Ayıp olan anne babaların evlatlarına yüzmeyi öğretmemeleri! Daha doğrusu, üç tarafı denizlerle çevrili yurdumuzda, okul müfredat programına mecburi yüzme dersi dâhil edilmemesi.
Büyük günahtır, hatta katliamdır!
Yeni okudum; Fransa’da, yedi kişiden biri yüzme bilmediğinden, her yıl beş yüz kişi ölmekte, bundan sonra da çok ciddi tedbirler alınacakmış.
Uzak doğunun birçok bölgesinde, bebekler henüz kundaktayken, korku denen menfi düşünceleri bilmezken, dolayısıyla suyun tehlikeli olabileceğini düşünemezken, suya atılıyorlarmış. Bu yavrular, köpekler gibi, içgüdüleriyle, yani refleksleriyle, başı yukarıda debelenip yüzmeye başladıkları günden sonra hayat boyu artık sudan korkmazlarmış. Oralarda yaşayan herkes yüzmesini biliyormuş.
Memeli hayvanların çoğunun yavruları, doğduktan birkaç dakika sonra ayağa kalkmalarına karşın insanların çok geç (doğduktan sekiz-on ay sonra) ayakta kalabilmelerini öne çekmek için, Avrupa’daki genç anne ve babalara, bebeklerini su terapisine tabi tutarak bacak ve kol kaslarının gelişmesine yardım etme dersi verilmektedir. Havuzlarda yapılan bu çalışmalarda, suyun kaldırma kuvveti sayesinde bebeklerin çok kısa zamanda dik durmaya başladıklarını ve normalden daha erken yürüyebildiklerini öğreniyoruz.
Beybabam, çocuklarının birine bir vazife yüklediğinde ve karşılık olarak “babacığım, ben bunu yapamayacağım çünkü bunu beceremem” cevabı aldığında “yüzmeyi öğrenmeden suya girmem deme, hele işe başla, becerebileceğini göreceksin” derdi bizlere.
Batıl inançlarla sudan korkutulan kişi, yüzmeyi öğrenemez.
***
Yeni nesil denizi tanımıyor, kürek çekmiyor, şarpi tipi küçük yelkenli kullanmıyor. Milyon değerindeki yat veya sürat motoru kullanan zengin çocuğu ise bordası yüksek teknelerinden denizi eliyle okşayamıyor, rüzgârları, dalgaları tanımıyor, suyun tadını, ısısını, tuzluluk derecesini bilmiyor, denize düşse kaptanına güveniyor. Lakin laf aramızda, ben yüzme bilmeyen çok kaptan tanıdım.
İstatistiki verilere başvurmaya gerek yok. Devamlı olarak boğulma vakalarını okuyup üzülüyoruz, tekrar okuyup dövünüyoruz, tekrar okuyup ağlıyoruz, başsağlığı ziyaretlerine gidiyoruz...
Suyunda tuz bulunmasına rağmen Boğaz’da, Kilyos’ta Ege’de, Güney’de boğulanlarla vücut ağırlığını içine çeken gölet, dere, nehir, baraj sularına girip bir daha çıkmayan kişi suçlu mu?
Tatlı suda yüzmenin tuzlu suda yüzmekten daha zor olduğu, göletlerin dibindeki vıcık vıcık çamura saplanan bir ayağı geri çekmenin imkânsız olduğu, ciğerleri hava ile doldurmakla su üzerinde sırt üstü vaziyette uzun müddet kalınabileceği veya sahile vuran suların çekildiklerinde açığa doğru sürüklenmemek için akıntıya karşı değil de akıntının yan tarafına doğru yüzerek gelen dalgadan yardım almanın en doğru yöntem olduğu, çocuğa anlatılmadıysa, öğretilmediyse, suç, suya girende mi?
Dere ve nehirlerde girdaplar olabileceği baraj denen tesislerde mutlaka bir çıkış kapısının var olduğu, bunun da tek yönde aktığı, küçücük çocuklarımızın bilmesi gerekmez mi? Onlara, bunu eğlenceli bir şekilde anlatmanın yolu yok mu? Vardır herhalde.
***
Mexico-City şehrinin altında suların varlığını biliyorsak da, adalarımızın yüzüyor veya yüzmüyor araştırmasını işin uzmanlarına bırakalım ve şimdi üstümüze gelen sulara bakalım.
Temmuz 2017’de Bodrum’un güneyindeki evleri, otelleri, lokantaları su ile kaplayan, güzelim otomobillerin altlarına girip onları sandal gibi su üzerinde sallandırdıktan sonra tepelerin yamaçlarına yaslandırıp ezen, parçalayan denizin bir suçu var mıydı?
Tevekkeli değil, atalarımız bu tehlikeleri durumları bildiklerinden dolayı olsa gerek ki sahillere değer vermeyip buralarını kız çocuklarına, yüksekteki arazilerini ise erkek evlatlarına miras olarak bırakırlarmış.
Bugün denize sıfır fiyakasıyla sahillerdeki kumluk sahalar üzerinde inşa edilmiş olan otel, motel, bar, kafe, hatta beton cadde, otopark tesislerini, yamaç başladıktan sonra, en az on metre yükseklikteki arazilerin üzerinde inşa etmiş olsalardı, bu kadar zarar olur muydu?
Temennimiz, Ataköy’deki, denize sıfır seviyesinde inşa edilen binalara karşı çıkanların, günün birinde haklı çıkmamalarıdır.
Akdeniz’in kuzeyindeki upuzun ‘Code d’Azur’ün çakıllı veya doğusundaki İsrail’in kumlu sahillerinde bulunan tesis ve inşaatlar, deniz suyu hattından onlarca metre içerlerinde bulunmaktadırlar. Unutulmamalı ki deniz altında oluşan bir depremin yaratabileceği tsunami dalgaları, saatte otuz kilometre hızla karaya vurmakta ve insanın koşarak kaçmasına imkân vermemektedir. Geçen yıllarda Uzakdoğu’da yok olan binlerce kişiyi hatırlayalım.
***
Asırlardan beri İstanbul halkına sevdirilen Ayvansaray’ın meşhur ahşap sandallarının yerini alan İzmir’in üç-beş metrelik plastik tekneler, gençlerimize sevdirilemedi. Hafif ve oynak olmalarından dolayı yüzmeleri, kontrolleri, ahşabı su ile şişmiş tahta tekneye nazaran zevksiz geliyor insanımıza. Öyle ise babadan kalma ahşap tekneye dönülemez mi? İzmit’in tekne tezgâhları yalınız ekâbirlere mi çalışıyor? Ya Karadeniz’de, Bodrum’da illa ki yirmi-otuz metre boyunda tekne mi inşa edilmeli.
Kınalı’nın çakıllı doğu sahilinde balık istifi gibi sıralanan onlarca ahşap kayığa ne oldu?
Büyükada’nın Değirmen koyunda ‘piyasa’ yapan lüks sandallarımız nerede, ne oldular?
Ahşap teknenin ne olduğunu bilmeyenlerin Büyükada’nın Aya Nikola’daki müzesini ziyaret etmelerini öneririm.
Değerli Tekstil Sanatçımız Gül Bolulu Hanımefendinin: “Haksızca yerinden, yurdundan edilmiş insanlara bir saygı duruşu olarak” ifade ettikleri ‘Sürgün Kayıkları Sergisi’nde sergilenen, sahillerden, terk edilmişlerden toplanan altı ahşap tekneyi gören, denizi seven kişi, küpeşteleri okşamadan müzeden ayrılamıyor.
Keza bina çizimleri ile tanıdığımız araştırmacı yazar Dr. Akillas Milas, bu defa tekne çizimleriyle bizi şaşırtıyor. ‘Pazar Kayıklarından Şehir Hatları’na’ sergilenen gravür üslubundaki resimler, hasretimizi gideriyor, rüyalarda gördüğümüz eski günlerimizi hatırlatıyor, denize olan aşkımızı alevlendiriyor.
Aman ne olur, çocuklarımıza denizi sevdirelim, denizin ne olduğunu öğretelim ki, günün birinde “Adalar yüzüyor mu?” sualiyle karşılaşmayalım.
Yazdıklarımı buraya kadar, sabırla okuyanlara, sonsuz teşekkürler...