10 Kasım 2019 günü saat 9’u 5 geçe, Atamıza saygı duruşunda bulunduğumuzda, grubumuzla buluşma noktasına birkaç yüz metre kalmıştı. Ayasofya önünde buluştuk. Biz Adalı Gezginler bu defa rehberimiz Fuzuli Bulut Beyin önderliğinde tarihi yarımadada ilginç bir gezi yapacaktık.
Biletlerimizi alıp, İmparator Kapısı'ndan içeri giriyoruz. Büyük Ayasofya'nın yapımı ile ilgili Rumca yazılmış bilgiler Fatih Sultan Mehmet tarafından Türkçeye çevirtilmiştir.
Puta tapanların mabedini ve etrafındaki evleri yıktıktan sonra, zamanın Bizans imparatoru ve devrin ünlü mimarı, rüyalarında gördükleri büyük kiliseyi yaptılar. Zaten kralın rüyasına girmiş olan ihtiyar ondan servetini Hz.İsa'nın dinine harcamasını ve misli bulunmayan bir ibadet evi yapmasını istemişti.
Bu ibadet evi üç kez yıkılıp yeniden yaptırılmış. Bugün gezdiğimiz yapı İmparator Justinianos (5. yy) tarafından 5 yıl gibi kısa bir sürede tamamlatılmış ve kilise 537 yılında törenle ibadete açılmış. Kaynaklarda, açılış günü İmparator Justinianos’un, mabedin içine girip, Kudüs’teki Hz. Süleyman Mabedi’ni kastederek “Ey Süleyman seni geçtim” diye bağırdığı yazılıdır.
Bu yapıda kullanılan sütun ve mermerler; Aspendos, Efes, Baalbek, Tarsus gibi Anadolu ve Suriye’deki antik şehir kalıntılarından getirilmiştir. Yapıdaki beyaz mermerler Marmara Adası’ndan, yeşil somakiler Eğriboz Adası’ndan, pembe mermerler Afyon’dan ve sarı mermerler Kuzey Afrika’dan getirilmiştir. Yapının iç kısmında tek blok halinde mermerlerin ikiye bölünerek yan yana getirilmesi ile duvarlarda simetrik şekiller ortaya çıkarılmış ve damarlı renkli mermerler ile dekoratif bir görünüm oluşturulmuştur. Efes Artemis Tapınağı’ndan getirilen sütunların neflerde, Mısır’dan getirilen 8 adet sütununun ise yarım kubbeler altında kullanıldığı belirtilmiştir. Alt galeride 40, üst galeride 64 olmak üzere toplam 104 adet sütun bulunmaktadır.
Ayasofya’nın içinde mermer kaplı duvarları dışındaki tüm yüzeyleri harika mozaiklerle süslenmiştir. Mozaiklerin yapımında altın, gümüş, cam, pişmiş toprak ve renkli taşlar kullanılmıştır. Yapıdaki bitkisel ve geometrik mozaikler 6. Yüzyıla, tasvirli mozaikler ise 7. Yüzyıla aittir.
Ayasofya Doğu Roma Döneminde İmparatorluk Kilisesi olduğu için, imparatorların taç giyme merasimleri burada yapılırdı. Bu sebeple Ayasofya’da ana mekanın sağında bulunan, renkli taşlardan yuvarlak ve geçmeli desenli yer döşemesi (omphalion), Doğu Roma İmparatorlarının taç giydiği bölümdür.
IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul Latinler tarafından 1204- 1261 yılları arasında işgal edilmiş, bu dönemde Ayasofya ve şehrin başka yapıları da yağmalanmıştır. 1261 yılında Doğu Roma şehri tekrar ele geçirdiğinde, Ayasofya oldukça harap durumdaydı.
Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed’in 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle camiye çevrilmiştir. Fetihten hemen sonra yapı güçlendirilmiş ve en iyi şekilde korunmuştur. Osmanlı Dönemi ilaveleri ile birlikte cami olarak yaşatılmıştır. Yapıldığı tarihten itibaren pek çok deprem ile zarar gören yapıya hem Doğu Roma, hem de Osmanlı dönemlerinde destek amacıyla payandalar yapılmıştır. Mimar Sinan tarafından yapılan minareler ise aynı zamanda yapıda destekleyici payanda işlevi görmektedir.
Ayasofya’nın kuzeyine, Fatih Sultan Mehmed Dönemi’nde bir medrese yaptırılmış ama yıllar içinde harap olmuştur. Ayasofya her padişah döneminde bakım ve onarım çalışmalarından geçmiş, en kapsamlı tamir çalışması Sultan Abdülmecid Dönemi'nde 1800’lü yıllarda Fossati tarafından yapılmıştır. Medresenin kalıntıları da 1982 yılında yapılan kazılar sonucu ortaya çıkarılmıştır.
Osmanlı Dönemi’nde, 16. ve 17. yüzyıllarda, Ayasofya’nın içine mihraplar, minber, müezzin mahfilleri, vaaz kürsüsü de eklenmiştir. Sütunlar üzerinde yükselen, etrafı ahşap yaldızlı korkuluklarla çevrili Hünkâr Mahfili yapılmıştır. Hattat Kadıasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılan 7.5 m. çapındaki 8 adet hat levhası ana mekânın duvarlarına yerleştirilmiştir. “Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin” yazılı bu levhalar İslam âleminin en büyük hat levhaları olarak bilinmektedir. Aynı hattat kubbenin ortasına ise Nur Suresi’nin 35. ayetini yazmıştır.
Mihrabın iki yanında bulunan bronz kandiller, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Budin Seferi (1526) dönüşünde camiye hediye edilmiştir.
Ana mekâna girişin sağ ve sol köşelerinde bulunan Helenistik Döneme (MÖ. 4.-3. yy) ait iki mermer küp ise, Bergama’dan getirilerek, Sultan III. Murad tarafından Ayasofya’ya hediye edilmiştir.
Ayasofya Mustafa Kemal Atatürk’ün emri ve Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilmiş ve 1935 de müze olarak, yerli ve yabancı ziyaretçilere açılmıştır. 1936 tarihli tapu senedine göre, Ayasofya “57 pafta, 57 ada, 7. parselde Fatih Sultan Mehmed Vakfı adına Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseden oluşan Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi” adına tapuludur.
Gezimiz, Hipodromun anlatımı ile devam ediyor. Antik Roma Hipodromu MS 2.yy’da inşa edilmiş ama bugün Sultanahmet Meydanı’nda (At Meydanı) kalıntıları bulunan Hipodrom, Büyük Konstantin tarafından 4.yy’da yenilenmiştir. Adı Byzantion dan Nea (Yeni)Roma’ya ve nihayet Konstantinopolis'e değişen kentin en güzel eseridir.
İmparator Septimus Severus Byzantion’u Megaralılardan aldıktan sonra şehre, İtalya Roma’da bulunan Circus Maximus Hipodromuna benzeyen bir arena inşa ettirmiş. Henüz paganizme inanan Roma’da halk, gladyatör oyunları ve vahşi hayvanlar ile eğlenirlermiş. Hayvanların seyircilere saldıramamaları için tribün ile arena arasına derin ve geniş hendekler kazılmıştı.
Hipodrom Latincede, at yolu anlamına gelmekte. Konstantin tarafından yeniden yaptırılan hipodrom, at nalı şeklinde, 480 metre uzunluğunda, 110 metre genişliğinde ve 100.000 kişilikti. O zamanlar şehrin nüfusu ise 400.000’di. Hipodrom ile Büyük Saray arasında geçiş vardı. İmparatorluk locası bugün Sultanahmet Camii’nin olduğu tarafa denk gelmekteydi. Locanın üstünde ise Latin istilası sırasında Venedik’teki Aziz Marcus Meydanı’na götürülen, tunçtan dörtlü at heykeli bulunmaktaydı. Hıristiyanlık ile birlikte artık kanlı dövüşler son bulmuştu. Bunun yerine sadece at yarışları düzenleniyordu. Yarışmacılar, arenanın tam ortasındaki, Spina Duvarı’nın etrafında yedi tur atıyor ve kazanan sürücü imparatorluk locasının önüne gelerek imparatoru selamlıyordu.
Yılda yaklaşık 60 gün at yarışı yapılıyor, gün içerisinde oynanan oyunların sayısı, 20’ye çıkabiliyordu. Tabi zaman geçip Konstantinopolis eski gücünü kaybettiğinde, bu alan yalnızca özel günlerin kutlandığı bir mekana dönüşecekti.
Spina duvarının yani hipodromun omurgasının üstünde bugün Dikilitaş, Örme Sütun ve Yılanlı Sütun yer almaktadır. Bu eserlerden Dikilitaş (Obelisk) Mısır’dan, Yılanlı Sütun ise Delfi’deki Apollon tapınağından getirtilmiştir. Aslında burada çok daha fazla eser vardı: Pagan ve Hıristiyan inançlarına ait eserler, efsane yarışçıların heykelleri, imparatorların anıtları vb.
Hipodrom zamanında, Roma, Yunanistan, Ege Adaları, Mısır gibi pek çok yerden getirtilen tunç, bronz ve bakır heykellerle süslenmişti fakat eserlerin hemen hemen tamamı 57 yıllık Latin işgalinde yok edildi. Eserler ya satıldı, ya başka yerlere gönderildi ya da eritilerek başka amaçlar için kullanıldı (sikke, kalkan vs).
At Meydanında, Nika ayaklanması İstanbul tarihinin en kanlı isyanlarından biridir. 532’teki ayaklanma sonucunda tam 30.000 – 40.000 arası insan hipodromda kılıçtan geçirilmiş.
Fatih Sultan Mehmet bu bölgeye Topkapı Sarayı’nı yaptırana kadar harap haldeydi ve bu civarda kimsesiz insanlar yaşıyordu. Arena, üzerindeki otlardan gözükmüyor ve sadece kalıntılar vardı.
Yeniçeriler, ayaklandıklarında burada kamp kuruyor ve kazanlarını ters çeviriyorlardı. İstanbul’un işgali sırasında İstanbullular, en büyük mitingi bu meydanda yapmıştı. Halide Edip Adıvar, meşhur konuşmasını bu meydanda gerçekleştirdi. Bu meydanın böyle de bir özelliği vardır.
Yılanlı Sütun ve Örme Sütun, Dikilitaş (nam-ı diğer Obelisk), Çemberlitaş Sütunu ve Meydanı ile gezintimize ara veriyor ve öğle yemeği için tarihi Sultan Ahmet Köftecisini seçiyoruz. Yemek sonrası çaylarımızı ulu bir çınarın altındaki kahvede içiyoruz. Hava çok güzel. Kasım güneşi içimizi ısıtıyor.
Gezimize kaldığımız yerden devam ediyoruz;
Bin yıla yakın hizmet veren, Dafne, Khalke, Magnaura ve sahilde Boukaleon Sarayından oluşan Büyük Saray kompleksi, İmparator Konstantin (300 yıllarda) tarafından yaptırılmıştır. Haçlı işgalinde yağmalanmış, imparator daha sonra Blaherna ve Tekfur sarayında oturmuştur. Günümüze sarayın mahzenleri ve birkaç duvar ve merdiven kalmıştır. Sarayın kapısı üzerinde bulunan İsa ikonasını kırmak isteyen ikon kırıcılara karşı çıkan Theodosia azize ilan edilmiş ve tüm Roma'da saygıyla anılmıştır.
Burayı gördükten sonra mozaik müzesini geziyoruz. Mozaikler, 5. yy’dan ve bu civardaki yapıları süslemişler. Çiçek, hayvan ve insan motifleri, İncil'den sahneler ile çok değerliler. Buradaki mozaiklerdeki zamanın ünlü Bizans Saray bahçeleri ile ilgili av sahnelerini ve kırsal yaşamı da gösteriyor
Eresin Otelinin lobisinde koruma altına alınmış mozaikleri ve Nakkaş halıcılığın altında çok masraf yapılarak korunmuş Nakilbent Sarnıcını görüyoruz. Burası sarnıçlar, dehlizler ve mahzenler ile İstanbul'un en gizemli bölgesi.
Buradan son yıllarda restore edilerek, topluma kazandırılan içinde tamamen orijinal 32 sütun bulunan, şimdilerde konserlere ev sahipliği yapan Şerefiye Sarnıcını geziyoruz. Şık restorasyonu ve ışıklandırması ile harika görünüyor.
Yolumuzun üzerinde harika mavi çinileri ile Mimar Sinan'ın zarif eseri Sokullu Mehmet Paşa Camii ve Özbekler tekkesi var. Uğruyoruz. Gezintimizi sahile doğru uzatıyor ve ahşap bir evin bahçe kapısından içeri süzülüyor ve Boukaleon Sarayının harap olmuş kalıntılarında dolaşıyoruz.
Kasımın sıcacık güneşli bir gününde akşam yaklaşırken üniversite yıllarımızda oturduğumuz Pierloti Pastanesinin yerine açılmış modern cafede sohbet edip, günün yorgunluğunu çıkarıyoruz. Tarihi yarımadada bilmediğimiz ne çok eser, ne çok hikaye varmış.
Adalar Çocuk Orkestrası yararına düzenlenen gezimiz son buluyor, evlerimize geri dönüyoruz.