Duygulu ve içli şairimizdir Küçük İskender. Bakın ne demiş : “Ben en çok martıya âşık olmuş balık için üzülürüm.” Bir an durgunlaştım ve o kadar çok örnek geçti ki gözlerimin önünden, balığın haline, martının keyfine üzülmemek imkânsızdı artık. Gerçekten de kötülükler başımızın üstünde uçarken, iyilikler sulara gömülüyor.
Ey martı! Sen balıkla karnını doyurup ona güvenip göklerde uçuyorsun ama unutma ki hiçbir zaman bulutlara ulaşamayacaksın. Senin yuvan yok, rengin soluk, aç kalınca çöplüğe muhtaçsın. Senin yavrun da senin gibi lanetlidir. Kanadının altından ayrıldı mı tanımaz seni. O da tan vakti çığlık çığlığa mutsuzdur, gün batımında ise aynı senin yaptığın gibi avaz avaz huzursuzluğunu ilan eder. Yerlere göklere sığmıyorsun sen ama pek de işe yaramazsın biliyor musun? Tüylerin güzel ama işe yaramaz, gözlerin soğuk bakar, etin yenmez, dişe gelmezsin, yola da gelmezsin sen, ancak gaga gücüyle kendini korursun çünkü başka becerin yok senin. Uç bakalım martı, nasıl olsa bugünün yarının zevkini çıkarmak için enayi bir balık bulursun sen, simite de eyvallah edersin sen, yeter ki bildiğinden vazgeçmeyesin sen. Olmazsa çavelalar dolusu balık bekler seni, çalarsın sen.
Ne oldu martı? Bana hor bakıyorsun, ama haklısın. Odamın penceresinden denizi, göğü seyrederken ahenkli uçuşlarıyla durmadan dans eden martıya çok mu yüklendim? Aslında sana değildi feveranım. Ben de şairimiz gibi benzetme yaptım sadece.
Küçük istavrit balıkçının akvaryumunda yüzerken kuyruk ve dudak hareketleri ile bana seslenir gibiydi.
İstavrit ve diğer Marmara denizi balıkları ile dostluğumuz yıllara dayanır. Bir zamanlar eşim ve kızımla çapariye çıkardık. Ayrıca, izmarit, kırlangıç gibi balıklar için, sonbaharda da lüfere çıktığımızda oltaları yemlerdik. Olta ile balık tutmanın zevki de bir başka oluyordu. Livar dolunca, bir taraftan balıkları temizler, eğer mangala atmayacaksak izmaritleri de tulum çıkarırdım. Büyük balıklar da temizlenir, eve yetecek kadar balık ayırdıktan sonra kalanı eş dosta dağıtırdık. Bu katliam esnasında sağ kalan istavritleri zaten denize atmış olurduk.
Minik istavrite yaklaştım. Zavallı balıkların yüz ifadesi olsaydı, dilleri olsaydı keşke. Beni buradan çıkar, bu cendereden kurtar der gibiydi. Nihayet, “Bana günümü yaşatmadılar, beni sen kurtaracaksın” dedi istavrit. İnandım ona, elimi daldırdım livara ve yakaladım onu. Sevinçten çırpındı “Sen olmazsan ölürüm ben” dedi. İstavrit âşıktı, gökyüzüne hayrandı, kanat takıp uçmak istiyordu, yeniden doğmak, özgür ve mutlu yaşamak istiyordu.
İzmarit anlatmaya başladı, içini döktü. “İlk gördüğüm martıya sarılmak istedim, benim de yeryüzünde bir evim olsun istedim. Attılar oltayı, taktılar boynuma, fırlattılar beni denizden livara. Bu uçan kuş kurtarıcım olur dedim, âşık bile oldum ona, ama o yuva kurmak bilmezmiş meğer. Bu martılar kardeşimi bir lokmada yediler, beni yiyemeyecekler” dedi ve geçen bir martıya bilemedim ki aşkla mı nefretle mi bakarken, avucumdan fırladı ve yere düştü. Martı istese de onu yerden kaldıramazdı. Martının kahrolası gagası varken ancak çıkarcı kediler yaklaştı ve böylece hazır lokma ile rahat rahat karınları doydu.
Bense, en çok, güçsüz bir balığın açgözlü martıya yem olmasına üzüldüm.