İnternet’te bir havayolu şirketi reklâmına rastladım. Uçakta unutulan cüzdan, telefon, gözlük gibi küçük eşyalar, sırtında bir heybe taşıyan eğitilmiş bir köpeğe koklatılıyor ve heybeye konuyor. Uçaktan süratle ayrılan küçük köpek, koku alması sayesinde eşya sahibini, hava meydanından ayrılamadan tespit edip yolunu kesiyor, üzerinde: “Uçakta unuttunuz” ibaresi yazılı heybedeki eşyasını gören yolcu sevinerek eğilip malını alıyor ve alkışlar! Bu hava yolunun reklâmı beni çok etkiledi, olayın hakikaten olabileceğine inandım.
Bilmem evcil hayvanlarla ilgilendiniz mi hiç? Herhangi bir yiyeceği ağızlarına almadan evvel nasıl da defalarca kokladıklarına dikkat ettiniz mi? Ben, bahçemde yaşayan kaplumbağaların koku alma hassasiyetine hayranım. Elimle uzattığım yaprağı uzaktan seyreder, fakat ezip parçaladığımda, neşreden kokuyu beğeni nispetinde, çalkalana çalkalana süratle gelip elimden kapar. Rastladığı bitkinin, hatta önüne konan yemeğin tadına bakmadan evvel, tüm diğer hayvanlar gibi, uzun uzun koklayıp yoklar.
Kokular insanları fazlasıyla etkiler. Ya hoş ve çekici veya kötü ve itici olarak algılanır. Fransızlar, yıkanmayan imparatorun güzel kokması için imal ettikleri parfümleri sayesinde bir sanayi kurdular ve milyonlar kazandılar. O kadar ki, sonraları, kokunun tılsımından faydalanarak, kravattan çoraba kadar bir sürü malı, bu parfümlerin isimleriyle piyasaya sürdüler, sosyetede beğenilen ve güvenilen markalar oldu.
Bir zamanlar, Büyükada’yı yasemin, mimoza, iyot, yosun, çam sakızı karışımı özel bir rayiha sarardı. Hatırlarsınız, karakolun karşı köşedeki yıkılan köşkün bahçesinin alt köşesinde heybetli bir ıhlamur ağacı var. Her Adalı, ben dâhil, oradan geçerken, (başkalarına da kalması için), yalınız bir tutam taze ıhlamur çiçeğini koparıp yoluna devam ederdi. Bir de mor salkımlar, beyaz akasya çiçekleri sarkardı her yandan.
Son yıllarda, kısırlaşan ağaçların çiçeklerinden eser kalmadığı gibi, hâkim koku, Haliç’in otuz yıl evvelki metan kokusuna benzer gaz, mazot, dışkı karışımı itici bir ozondur. Bir zamanlar, ora sakinlerini kısırlaştırdığı iddia ediliyordu. Adamızdaki doğum haberlerinin azlığı bundan mı acaba?
Haliç temizlendi. Son üç yıldır, kış mevsiminin güzel günlerinde, Sütlüce’den sandal kiralayıp kürek çekmekteyim Haliç’imizin sularında. Rüzgârlı havalarda ise, küçük çocuklar, belediyeye ait yelken okulundaki optimistlerle gezinmektedirler. Etraf doğum evleri ile donatıldı.
Çocukluğumda, günün birinde annemden süt emmeyi şiddetle reddetmişliğimi anlatırlardı bana. Ağır hasta olduğumu sanmışlar. Meğer annem, hediye gelen değişik bir parfüm sürmüştü koynuna o gün.
Güzel kokuların çekiciliği tartışılmaz. Arılar, böcekler bunu ispatlamakta... Nesillerin devamı için gün boyu çiçekten çiçeğe konarak...
Üreme organları, karşı cinsi tahrik etmek için çekici kokular salarmış. Büyükada’nın Saat Kulesi meydanındaki köpeklerimiz, eşlerini seçmeden evvel, herkesin gözü önünde, karşı cinsinin kokusunu uzun uzun yoklar, içine çeker, zevkine uygun bulduğu takdirde çiftleşmeye karar verir.
Toprağa aidiyet duygusu hayvanlarda da insanlar kadar kuvvetli ve belirgindir. Yaşam alanlarını korumak için, avlanma sahasını başkasına kaptırmamak veya sahiplendiği araziyi başkasıyla paylaşmamak için korumak mecburiyetindedirler. Çin Seddi görevini görecek hudutlarını, kokuları sayesinde belirtirler. Keskin kokulu idrarlarıyla hududu çizdikten sonra dahi, yabancıyı ikaz etmek için korkutucu seslerle birlikte iğrenç kokular üretir ve yaklaşana püskürtürler.
Büyükada İskele civarını mesken seçen, asfaltın üzerine sere serpe uzanıp uyuklayan köpeklerimizin, vapurdan çıkan şık bir hanımefendinin taşıdığı kafesteki cici fino köpeği kokusunu aldıklarında nasıl da birden bire saldırgan olduklarını, kadıncağızı Adadan geri döndürtmek için azı dişlerini göstermelerini, hırlamalarını, hiç takdir ettiniz mi?
Aniden ara sokaklardan fırlayan boy boy, renk renk, cins cins sokak köpeği sürüsünün, birlik olup müthiş bir içgüdüyle, ada yabancısı olan bir hayvanı Adaya sokmaya yelteneni yere düşürmek niyetiyle nasıl da hücum ettiklerini gördünüz mü?
Köpeğinin tasma kayışını parmakları arasında sıkıca tutan adamcağızın hayvanını ve kendini bu akıncılardan kurtarmak için can havliyle bir dükkâna sığınıp kapıyı kapatmasına rağmen, savaşçıların dakikalarca oradan ayrılmadıklarına şahit oldunuz mu hiç?
Bundan daha ilginç bir olayla karşılaştım: Adamızın hastane koridorunda, baldırından feci şekilde ısırılmış, açık yaralarından kan akmakta olan ve elindeki kayışın diğer ucunda simsiyah iri bir köpeği olan bir kızcağız gelmişti. Meğer ısırıklar, beraberindeki köpekten değildi. Mahallesinden tanıdığı ve belediyece küpelinmiş ufak tefek melez bir sokak köpeğindendi. Ada yerlisi minik melez, koca şehirli cins köpeği alt edemeyeceğini anlayanınca, kıskançlığından, mahalleli cici kızın üzerine atlayarak onu cezalandırmıştı. Saldırı sırasında ise kızcağız, mücadele hırsı gelişmemiş evcil köpeğine zarar gelmemesi için kaytanını elinden hiç bırakmadığını, ağlayarak anlatıyordu, yarasını saranlara!
Hiç unutmam, evimin onarımı için, inşaat malzemesi taşıyan Bursalı Hüseyin’in kum arabasını, askeriyeden emekliye ayrılmış iki katır çekerdi. Günün birinde, güngörmüş tecrübeli katırlar, yükü evin kapısı önüne boşaltmak için kaldırıma yanaşmak istemediler. Arabacının ısrarı üzerine, şaha kalktılar, kükrediler, geri geri adım atmaya yeltendiler fakat bir türlü ilerlemediler. Meğer yerde paketlenmiş hurda demirleri, mayın sanıyorlarmış! Öyle terbiye almışlarmış, kışladaki ahırlarında!
Bir de gizemli kokular var. Ah bu gizemli kokular! Her biri apayrı sırlar saklar; bazen tatlı, bazen acı, nice hatıralar gizlerler! Yıllardan sonra dahi, esen bir rüzgârla burnumuzu uyaran bir anlık esinti, ne de yaşanmış uzun saatleri, öyküye dönüşmüş olayları, unutulan yılları hatırlatır, canlandırır hafızamızda...
‘Bir zamanlar Büyükada’ kitabımdan bir alıntı:
“Büyükbabamla konuşa konuşa yürürken, yolda gördüğü çiçek ve yaprakları kopararak parmakları arasında iyice ezer ve kokuyu bellemem için burun deliklerime kadar zorla yaklaştırırdı. Tahminimce büyük babamın koku alma hassasiyeti, sağırlığını dengeleyen bir özelliğiydi!
Bu sayede benim koku alma duyum daha da gelişiyordu. Şöyle ki, sokaktayken, bir fino köpeği gibi ha bire burnumu değişik yönlere çevirerek koku arar olmuştum. İskele meydanındaki Saat Kulesi’nden vapura bininceye kadar olan kısacık yolun inişinde, birbirlerinden çok farklı beş belirgin kokuyu, içime çeke çeke tadardım.
Birinci lezzet, dünyanın neresinde olsam olayım, burnuma geldiğinde sevgili Ada’mızı anımsatan, atlarımızın unutulmaz özel dışkılarının nostaljik keskin kokusuydu. Hemen arkasındaysa fırıncı Mihal Usta’nın devamlı açık tuttuğu dükkân kapısından yayılan, iştah açıcı poğaça-börek kokusu hâkimdi.
Az sonra yokuşu inerken, bahçıvan Kosoro’nun bir kemer patlıcana batırdığı çubukların ucuna bağladığı çam iğnelerine tek tek soktuğu ‘mis kokulu yasemin’ veya ‘Adanın mimozası’ çığlıklarıyla sattığı çiçeklerin nefis bahar kokusu, etrafı şenlendirirdi. Gişelere varmadan önce ise, kitapçı Ksidas’ın dükkânının önünde mürekkebi henüz kurumamış sabah gazetelerini ellemekten parmakları simsiyah olmuş gazete satıcısının yerlere serdiği taze neşriyattan yayılan keskin gazmazot karışımı matbaa kokusu hissedilirdi.
Son olarak da iskeleden vapura doğru yürüdüğümüzde, sabahın serin meltem esintisiyle Marmara’mızın sularından gelen ve sevgili Adamızın denizine has, insanı zevkten sarhoş eden, taze yosunlardan yayılan iyot kokusu hâkimdi.
Onu içimize çeke çeke vapura girerdik.”
O günler, çok gerilerde kaldı...
Şimdilerde, döner kebap yanığına karışan beygirlerimizin keskin dışkı ve mezbaha kokusundan sahile yaklaştığımızı anlar ve ardından, genzimizi sinsice yakan gizemli egzoz-mazot-lağım kokularının ikazıyla, vapur iskelesine yaklaştığımızı ve akbili hazırlama zamanı geldiğini hatırlarız.
Büfe, lokanta ve çayhanelerle dolu olan bu turistik yöredeki kokular, iştah açıcı olacağına, terleyen gündelikçilerin kalabalık gümbürtüsü ve gün boyu motorları çalışan çatanaların temaşasıyla kalafat yerinde imişiz gibi ters tepki yaratıyor eski Adalılara; iştahımız açılacağına, nefesimiz tıkanıyor.
İştah derken, şimdi de Büyükannemi yâd edeyim:
“Büyükannem ile olan en yakın dostluğum beni yatıştırmak için mutfağa, yanına çağırdığı zamanlardı. Ben, ocaktaki kömür ateşini canlı tutmak için horoz tüylü yelpazeyi sallarken, o da bana Fransızca La Fontaine’den masallar anlatırdı. El emeğiyle çalışan kişileri seyretme huyum sayesinde, tavada kızarttığı ince patlıcan şeritlerinin içine baharatlı kıyma eti sarmanın ve aynı boy domates dolmalarıyla tencereyi iki renkli daireler halinde süslemenin ustası olmuştum. Öyle ki, bir müddet sonra bu yemeği başından sonuna kadar tek başıma hazırlamama ve pişirmeme müsaade etmişti. Bu aşın, kalaylı bakır tepside ve odun kömürüyle pişerken tüten dumanlı kokusu beni mest ederdi.”
Geçmiş günler... Ve “Happy End “, mutlu bir haber: Kurbağalı Dere temizleniyor!
Acaba Marmara’yı kirleten, buralara sinsice akan, bu tür atıklı su taşıyan dereler midir?
Yarım asır kadar evvel, çamlarımızın altında gezinirken, nefes almamızı kolaylaştıran, iç açıcı, zihin açıcı, iştah açıcı, terebentin-sakız-iyot karışımı rayihaya yakında kavuşur muyuz acaba?
Oooohhh, şimdiden derin bir nefesle kokusunu tahayyül edelim ve ümitle yaşayalım!