Ne kadar oldu adalardan birine gitmeyeli? Aylar mı desem? Evet, aylar oldu. Sözgelimi koca yaz boyunca bir kez bile ayak basmadım. Buralarda değildim ki...
Geldiğimden beri de ha bugün ha yarın diye erteledim durdum.
Ama dün vapurdan inince, öyle bir ah canım ada, ah güzelim benim dedim ki hasretle, o uzaklık hemen kapandı gitti.
Bilirim, bu sokak mı, o sokak mı diye kararsız kalmaz insan adada, kendini hangisine atsa yolu tez zamanda dinginliğe bağlanır. Ben de bir baktım Yalı Bülbülü Sokağındayım. Oh be... Bu ne güzel bir sokak adı... Peki, nedir bu yalı bülbülü, adı buraya neden verildi? Önce tahminini bitirsene be adam. Yok, orada kalıverdim: Gözlerim daha önce de gördüğüm, üstelik alt kat, üst kat, her yerini gezdiğim eski bir Rum evine takıldı. Yıkık dökük, artık sadece kara bir iskelet halindeki evlerin üzüntüsü ayrı, bir türlü alıcı bulamayan bu gibi evlerin üzüntüsü ayrı. Bu ev (de) yıllardan beri bekler, bir alan olmaz. Eh, ben de insanım, üzülürüm elbet.
Böyle anlatır gidersem, öyküye benzemez mi sözlerim? Size bağlı. Hem sonuna kadar bir gidelim de...
O eve üzüntüm de orada kaldı; sıra, güz ile birlikte yine yalnızlığa terk edilen kedilere, köpeklere geldi. Fazla köpek yoktu ama kediler sürü sürüydü. Üstelik hepsi mi derseniz hepsi, ne sıcak bakıyordu, hani acıkan ve yiyecek uman sokulgan insanlar gibi. Ne yapalım, ana babaları mart aylarında uslu duraydı onların da demek, bu vakitten sonra neye yarayacak? Ya karınlarını doyurmanın bir yolunu bulacaksınız ya da azıcık olsun gönüllerini alacaksınız. İkisi de zor a -dediğim gibi azıcık da olsa- gönüllerini almak, daha zor. Bunu sevseniz onun, onu sevseniz öbürünün... hatırı kalacak. Hatırı kalmak da bir üzüntüdür, ardı sıra kedileri öyle kendi hallerine bırakmak da... Haydi buyurun bakalım...
O zaman ben size diyeyim ki ada sokaklarında sürü sürü kedinin dolanması isabet aslında. Sözgelimi daha da ıssız yukarı sokaklardan ürkmezsiniz böylece. Oralarda da en donuk, en ölgün günlerde bile soluk alan veren canlıların olduğunu, olacağını anımsar, canım hayat diye derin bir rahatlık duyarsınız. Bundan ötesini de -gereğinden fazla para pulu, öteberiyi, ev barkı, han hamamı...- dünyada istemezsiniz. Yani bana göre istemezsiniz, elbet yine ham bir rüya görmüyorsam.
Kedilerle aranız pek iyi değilse martılarla iyi oluversin canım. Böyle bir adanın en sessiz yerlerinde döne döne martı seslerine boğulmaktan mı memnun olmaz insan? Bendeniz buraya, öbür adalardan birine gelirken en önlerde uzun uzun duyacağım martı seslerini (de) hesaba katar, sevincimden ne edeceğimi bilemem.
Sonra, yalnız seslerini duymanın değil, yakından görmenin de sevinci var. Nitekim irilerinden bir martı, kilisenin avlusunda kendi kendine avarelik ediyordu. Etsin bakalım, dedim, etsin de bu gibi ılık günlerde avareliğin ne kadar güzel olduğunu yeniden anlasın.
Avludaki bir narenciyenin meyvesini ucundan tırnaklama, bu arada kokusunu elime birazcık sindirme numarasıyla doya doya izledim mi martıyı, izledim.
Ne mi oldu izledim de? Böyle zırva bir söze ne diyeyim ki? Adada güz? Ya o nerede kaldı, diyorsanız, kedilerden ne diye söz ettim? Öbürlerine de geliyordum zaten.
Güz yaprakları... Sarısı, turuncusu, kızılı, bordosu... Beneklisi, lekelisi... O koku, sessiz sedasız yok olmanın, haydi doğrudan söyleyeyim, sessiz sedasız ölmenin kokusuydu bir bakıma, ama neden onca haz veriyordu? Biraz hafifler gibi olduğunda neden canım sıkılıyordu da yeni bir sokak arıyordum?
Fakat bir duvardan sarkan kuruca dalları üstünde salkım domateslerini de bu sayede gördüm.
Tadına baktım, bildiğimiz eski has domateslerden... Acaba dedim, domates değil mi yoksa bunlar? Vallahi abartmıyorum, kısa bir süre kararsız kaldım.
Neden bu kadar seviyorum ki buraları ben? Sözgelimi zaman dört nala değil. Bir neden bu olmalı. Tamam, hep söylediğim gibi uzaklarda İstanbul, koca koca yapıları, gökdelenleri, rezidansları, bir sürü ıvır zıvırı ile görünmesine görünüyor. Ama gözünüzün hemen önünde, ellerinizi süreceğiniz yakınlıkta da 1800’lü, 1900’lü yıllardan evler, yapılar... Varsın bazıları iyice eski püskü, yüzü gözü kararık olsun, onlar sayesinde süreğen bir dinginliği soluyorum ya... Bundan özge, yıkmak, ortadan kaldırmak sıkıntısından kurtulduğumu da söyleyeyim mi?
Kim nereden bilsin benim bazı tuhaf huylarımı? O halde kısaca söz edeyim: Kentin sokak ve caddelerinde avarelik ederken sanıyorum ki az daha boğulacağım. Bütün o yapıları, gökdelenleri, rezil rezidansları patır kütür yıkıyorum, toprak yeniden derin derin soluk alır oluyor. Bu kadarı yetmiyor elbet, aralıksız zehir salan vızır vızır otomobilleri, minibüsleri, otobüsleri de ortadan kaldırıyorum tez elden. Bir doğa var ediyorum yerlerine bir doğa, bundan daha güzeli olur mu diye aramayın, bulamazsınız. Yanı sıra oradan oraya akan kalabalıkları da en aza indirince...
Oysa adada sevdiğiniz, özlediğiniz, zaten gözlerinizin önünde... Ne diyeceğim, istediğinizi hazır bulmakla hayal gücünüzü zorlaya zorlaya var etmek aynı olabilir mi?
Nitekim bu ondan güzel, o öbüründen, nice ev görmedim mi dün de ardı ardına? Penceresinin önünde durgun bir adamın alaturka dinleyerek sokağı seyrettiği, horasanları yer yer ortada bir evin gediğinde kesilen kısacık patikaya, güz yaprakları serili patikaya bitmedim mi? Sonra, yani güz iyiden iyiye serinlediğinde o adamın nasıl ılıyacağı usuma takılmadı mı? Sırtında hırkası olur da, dizlerine de kedisi serilir mi? Var mıydı sandığım gibi bir kedisi? Ya ev halkı? Onlar kimlerdi, neredelerdi bu yarı gölgeli saatlerde? Ya gediğin ucundaki incir ağacı neden meyvesizdi? Bu yıl da dalından güz inciri yemek kısmet olmayacak mıydı?
Yazık... Sadece bu değil, öbür incirler de meyvesizdi. Ceviz deseniz herhalde yoktu, belki bana rast gelmedi, belki duvarların arkasında... Yoksa anımsardım. Bu nasıl bir ada güzü ki böyle, dedim mi dedim.
Güvercinlerin keyfi -yoksa ağızlarının tadı mı diyeyim- yerli yerindeydi ama: Neydi o ağacın adı, yabani fıstık mıydı acaba, dallarında ne kadar isterseniz... Yedikleri kursaklarında, yemedikleri yerlerde...
Kim bilir ne eğlenceli olurdu: Benim evimin önünde de bir yabani fıstık ağacı var. Her güz tam da bugünlerde aman ne güzel bir curcuna kopuyor ki izlemelere doyulmaz. Konuğum olmak isteyenlere, yahu gelecekseniz bir an önce gelin de görün diyeceğim kadar.
Saksılı Sokağında da dolandım az biraz. O sokakta mıydı, yakınlarda birinde mi, en sonunda bir ada karanfili görebildim. Artık ne rengi renk ne kokusu koku... Olsun, hanidir görmek istediğim ada karanfili ya... Eğri büğrü sapı yaprak üstüne yaprak ada karanfili... Yeniden, kim nereden bilsin benim bazı tuhaf huylarımı, diyeceğim. Burada da, Poyraz Sokağında, Hacı Sami Bey Sokağında da (Kimdi acaba bu Hacı Sami Bey? Neden bir besteci gibi geldi birdenbire? Neden tahminim ah yerinde olsa dedim?), belki Gazel Sokağında bile evler beğendim, o evlerde mevsimlerden mevsimler, özellikle de güzlerden güzler, hayatlardan hayatlar beğendim. Hayır, bu ne gözü doymazlık yahu demenizi istemem, kim olmadığı gibi bilinmek ister ki, ama bu ne hayale doymazlık derseniz yerden göğe haklısınız.
Bu sokak benim, o sokak senin... Sonu kolay gelmez ki bunun... Biraz da iskelede, belki kahvelerden birinde eğleneyim, sohbetlere kulak vereyim, martılarla, kedilerle, rast gelirse köpeklerle laflayayım ve bir yandan da döneceğim vapuru bekleyeyim. Kendi kendime bunun gibi sözler ettiğimi, sonra da hemen hemen aynısını yaptığı-mı iyi anımsıyorum. Hatta vapura “vapor” diyen kimdi yahu diye kafa yorduğumu da... Eskiden, epeyce eskiden...
Neden mi dönecektim? Hani adada bir evim vardı benim? Nasıl anlatayım? “Muhayyel sevgili”ler olur da “muhayyel evler” olamaz mı?