Gerçek sözlüklerle herhangi bir benzerliği yoktur. Bir kere alfabetik sıralamadan uzaktır, aklına estiği gibi maddeler kendi anlamlarını bulurlar. Ada gibidir, değişken, kafasına göre! Kim bilir belki siz de kendi karşılıklarınızı not düşersiniz bir yere...
Ada renkleri sever. İnsanları renklidir, sokakları, pencereleri, bahçeleri, evleri ve elbette hafızasında biriktirdiği hikâyeleri...
Mevsimlik elbiseleriyle rengârenk dolanır baharda. Her yanında hafif cilveli bir gülümseyiş, nazlı bir eda.
Güz; hafif ağırbaşlı ve kırılgan renkleriyle çocuklarca çok sevilen öğretmen edasında.Mevsim kış olduğunda bembeyaz dantel bir elbise geçirir üzerine. Hani o yüzyıllık konakların, köşklerin eski sahiplerinin tahta sandıklarından çıkmışçasına.
Sanki kristal kar taneleriyle örülen gipürlerden, dantellerden, ipek satenden bir elbise.
Bu geçkin ve her daim insanı baştan çıkaran güzel kente kar düştüğünde, hani o beylik haber başlıklarıyla ‘kent kara teslim oldu’ğunda ya da ‘kar İstanbul’u felç etti’ğinde adada başka bir dilden konuşur kış da, kar da.
Oysaki bu kentin çok uzağında -ve ne yazık ki bazılarının coğrafyasında bile karşılığını bulamayan- kentlerde ve köylerde kışın dili serttir. Hasta sedyeleri kızağa dönüşür oralarda. Boylarını geçen karlarda, dillerinde okul şarkısı olmayan çocuklar yürür okul yollarında. Bata çıka, düşe kalka... Ama bu kent, bu metropol, kentsel dönüşümün bu koca şantiyesi bir karış karda belleğini yitirir sanki. Yolları unutur, yokuşları ve eve dönüşleri...
Kar’ın karşılığı da olsa olsa yalnızlıktır benim için. Ama yalnızlığın en beyaz hali. Kar zamanlı adada adımlar eksilir, kartopu savaşları dışında çocuklar küser sokaklara, toprak yollar daha bir yalnızlaşır, çam ağaçları yeşilini yitirir, dallar ağırlaşır kışın beyaz karanlığında. Hani pencerelere çok yakışan sardunyalar var ya ‘tıp’ der ve susar günler boyunca.
Havuç burnunu ya da kömür gözünü kaybeden kardan adamlara kalır gece sokaklar. Arada çıkan güneş yalnızlığı heceler dokundu-ğu her yaprakta. Sokaklar çıkmaz sokaklara dönüşür adımlar olmayınca.
Ada dantel elbisesiyle hicaz makamında bir şarkı mırıldandığında onun şarkısına katılmalı.
Hiç adımlanmamış bir sokağına girmeli ve yüksek sesle söylenmeli o şarkı. Bakarsınız kardan boynunu büken bir ağaç dalı alkışlar sizi.
Bir serçe tam uçarken kardan konfetiler döker üzerinize. Sahipsiz bir at başını eğip selamlar sizi. Beyaz tül peçenin gerisinden kırmızı bir gül gülümser, bir martı saklambaç oynar da karda kendini yok eder, bir çocuğun kartopu belki tam yüreğinize denk düşer, çocukluğunuzun beyaz zamanları karşınıza film şeridi olarak düşer.
Ellerimizde soğuk kırmızısı, yanaklarımızda beceriksiz yeni gelin allığı, ayaklarımızda kar botuna rağmen hafif bir ıslaklık olana kadar dolaşmalı tüm sokakları, çıkmazları, yokuşları. Sonrası bir kahve ya da sıcak şarap ya da tarçın kokusuyla odayı dolduran salep içiliverdiğinde hepsi terk edip gider nasılsa.
O hicaz makamında şarkıyı söylemeye devam edin ama. Ada giysisini, tüllerini, dantellerini sıyırmadan mırıldanmaya devam eder çünkü.
Gölgesinde mevsimler boyu oturduğumuz / Hep el ele vererek hayaller kurduğumuz / Kimi üzgün kimi gün neşeyle dolduğumuz…