Orta yaşa gelip de onca yıllık çalışmanın karşılığını alarak, rahat rahat yaşamak, gönlünce gezip tozmak, hobilerinin peşinden keyfince koşmak yerine, günlük geçimi için hâlâ çalışmak zorunda olan birçok insanın en çok özendiği şeylerden biri de nedir bilir misiniz? Biraz nefes almak için, boş zamanı ve parayı aynı anda denkleştirmeye çalışmadan, içine ne koyacağını şaşırıp da belki hiç kullanmayacağı şeyleri tıkıştırdığı bir valizi çekiştirmek zorunda kalmadan, içine bir pijama, bir yedek kıyafet koyduğu küçük bir çantayla, atlayıp bir uçağa gidebilmek. Bir hafta sonunu “Bu kadarcık bir süre için bu kadar para harcamaya değer mi?” diye düşünmeden, gönlünün çektiği bir yerde geçirebilmek. Şehrin gürültüsünden uzaklaşarak, “Oh dünya varmış” deyip ferahlayabilmek.
Geçenlerde, bir hafta sonum öyle geçti dostlar. Valla ben de öyle bir yedek kıyafet, bir pijama şeklinde Bodrum’daydım. Bir hafta sonu olsun şöyle rahat bir nefes almak için değil de; ağır bir ameliyattan çıkan sevilen bir dostu ziyaret için gitmiş olsak da, hatta birikmiş uçuş millerimizi kullanıp bilet parası vermesek de, sırf elimde küçük bir çanta var diye, özellikle uçağa binip inerken, kendimi iki günlüğüne, o ‘tuzu kurular’danmış gibi hissettim. Üstelik de yaz aylarında tıkış tıkış olan Bodrum, son derece sakin, sessiz, Adalar’ın kış halinden hallice denecek bir haldeydi. Yağmur bile vardı ama hiç bizim sokakta olduğumuz saatlere denk gelmedi. Tabiat ana o açıdan bizi biraz kolladı diyelim.
Bu durumda, malum hengâmesinin seline kapılmadan, Bodrum’u çok iyi bilen, hem de ta o elektriksiz zamanlarından beri tanıyan eski bir Bodrumlu’yla birlikte gezdik. Birçok İstanbullu gibi benim de defalarca gitmişliğim vardır Ege’nin bu güzelim beldesine. Ama patırdıdan pek hoşlanmayan yapımdan dolayı, genelde merkezden uzak bölgelerinde bulunmayı tercih etmişimdir ve hep yaz dönemleri olduğundan, denizinin güneşinin büyüsüne kapılıp, yakın ya da uzak tarihi geçmişine pek de dikkat etmeden...
Mesela, Cevat Şakir’in de yattığı hapishanenin önünden kimbilir kaç kere geçmiş olmalıydım ama ilk kez ilgiyle baktım. Bahçe içinde güzel bir binaydı da, o yıllarda yani orası kuş uçmaz kervan geçmez, ulaşımı zor bir diyarken nasıldı bilemem. Sokak aralarında dolaşırken, bir ara dostumuz Yücel Abi, “Bak şu küçük evi görüyor musun? Bu da Cevat Şakir’in yaşadığı evdi” deyince yine hafiften bir cız etti yüreğim. Üzerinde belirleyici hiçbir işaret olmadığı gibi, artık Sultanahmet Köftecisi olmuştu.
Ben “Yahu ne değer bilmez bir ülkede yaşıyoruz biz” diye söylenmeye başlayınca “Dur sen hele, bak şimdi sana ne göstereceğim” dedi ve yine kimbilir kaç kere etrafında dolanmış olsam da varlığının farkına bile varmadığım binayı gösterdi. Meydanın orta yerinde birkaç metre yüksekliğinde kallavi taş-lardan meydana gelen, damı bile olmayan bir bina kalıntısıydı bu. Her tarafına üzerinde ‘Restitüsyon Çalışması’ yazan yaftalar vardı. Ve de aynısının yapılabileceği düşünülen eski görkemli halinin fotoğrafları, yani 200 küsür senelik Aya Nikola Rum Kilisesi’nin fotoğrafları. 60’lı yıllarda canım devletim, ani bir öfkeye kapılarak, hadi biraz hafifleterek; korkuya diyelim, yıktırıvemiş. Yunanistan’ın buralarda kalan bir tutam Rum için yeni bir Vatikan kurabilmesi ihtimali korkusuyla...
Bir süre sinema olarak kullanılmış, sonra dini bütün ve başka dinlere saygılı olmakla övünenler, orada mihrap varken eğlenmeyi günah sayıp mihrabı yıkıvermişler, sanki mihrap yıkmak günah sayılmazmış gibi… Sonra bilumum şeyler deposu ve kayıkhane olmuş, sonra da kitabına uydurup hepten yıkmışlar. Nasıl mı? Kolay olmamış tabii zira önce tarihi eser olmasından çekinmişler ve Yunanistan’ın misilleme yapmasından endişelenmişler. Bunun üzerine Muğla’dan gelen ve her şeyi bilen (!) bir bilirkişi, binanın; Nikola adında biri tarafından yapıldığını ve hiçbir tarihi değeri olmadığını, üstelik ‘mail-i ihtidam’ (yıkılma tehlikesi) yarattığını belgelemiş. Ve o ‘mail-i ihtidam’ ne etmişlerse yerinden oynatılamamış ve de gümbür gümbür dinamitle yıkmışlar, şu kararlılığa bakın… Yine de en alttaki iki metrelik duvar dimdik kalmış.
Üzerini kaplayıp, kat neyim de çıkıp, Halk Eğitim Merkezi olarak kullanılan çirkin mi çirkin bir bina yapmışlar. Belki de o haliyle görmüştüm vaktinde de o yüzden ilgimi çekmemişti bu güne kadar. Uzatmayayım, şimdilerde o da yıkılmış, 200 küsür yıl önceki güzelim ilkelliğiyle, kale duvarı gibi sapasağlam dört duvar yeniden ortaya çıkarılmış. Sözde eskisi gibi yapılacak. Allah bilir ne zaman? Oraya buraya ‘restitüsyon’ yazmışlar ya hele şimdilik dursun. Başka bir dolu yerde vardı o ‘Restitüsyon’ yaftası... Valla ben bile zor belledim bu kelimeyi. Bu; ‘eskisinin aynısını yapacağız’ vaadi oluyor. Ben her gördüğümde ‘Dostlar alışverişte görsün’ yaftası diyordum, zira hiçbirinde bir hareket yok. Hele biri, ki aynı zamanda açık seçik bir sevgisizlik örneğidir beni öyle etkiledi ki anlatmadan duramayacağım
Bodrum’a her gidişte, birileri bana “Gümüşlük’ü mutlaka görmelisin” demiştir. Hep istesem de boyuna bir terslik olmuş ve denk gelmemiştir. Bu kez sel sağanak bile olsa gideceğiz dedik ve gittik. O gün hava şansımıza süt liman oldu. Gümüşlük, Allah’ın özene bezene yarattığı koylardan biri. Anlatmayacağım. Yalnızca tam karşısındaki Tavşan Adası’ndan mutlaka söz edeceğim. Kıyıdan adaya kadar, bazen sular altında kalan taş bir yol var. Ama su zaten bir karış, yaz günü yürüyerek gidilir.
Eskiden insanlar o adaya çıkıp, kutsal olduğuna nereden hükmettikleri belli değil bir ağaca, çaputlar hatta kâğıt mendiller falan bağlayarak dilek dilerlermiş. Büyükada’daki Aya Yorgi yolunda da var ya tam öyle... Orada bolca bulunan, kimi eski uygarlık kalıntılarını ya ot bürüdüğünden kimse fark etmez ya da fark etse de aldırmazmış. Şimdilerde ise sit alanı ilan edilmiş, artık geçilemiyor ve her yerinde bol miktarda ‘Restitüsyon’ yaftası var. Aniden keşfedilmiş yani. Nasıl olmuşsa olmuş oranın aslında 2500 yıl öncesinin Myndos kenti olduğu öğrenilmiş. O taş geçide de ‘Kral Yolu’ denmiş. Sözde kazılar yapılacak, tüm kalıntılar ortaya çıkarılacak ve tavşandan başka hiçbir canlı yaşamadığından ‘Tavşan Adası’ diye anılan adacık ‘Myndos Açıkhava Müzesi’ haline getirilerek turizme açılacak, para getirecek. Ama ne zaman?
Henüz hiçbir çalışma belirtisi yok. Birçok ören yerinde olduğu gibi, niyet var ama icraat yok. Şimdilik yalnızca ‘Restitüsyon’ yaftasını hak etmiş, yıllardır öylece duruyor. Ben size şimdi, “Vay canına, meğer burası neymiş” deyip de kazı çalışması yapmaya karar verildiği günden, yaftalanıp da beklemeye yatırılana kadar geçen zamanda olanları anlatacağım.
Her giden, adada gönüllerince yaşayan, üreyip çoğalan tavşanları, yıllarca yanlarında götürdükleri zengin mönülerle öyle beslemiş ki hepsi domuz kadar olmuşlar. Ve de insanlardan kaçmayan, hatta yılışıp sırna-şan hayvanlar haline gelmişler. Kazı çalışmaları için o tavşan kolonileri ciddi bir engel teşkil edecekler. Üstelik tek tek yakalayıp, karşı kıyıya geçirilemeyecek kadar kalabalıklar ve tabii ki tutmak istediğinde kaçıyorlar. Hem hepsini de taşımak nasıl mümkün olsun? Deliklerine girip saklanıyorlar. Düşünmüş-ler taşınmışlar, akıllara ziyan, inanılmaz bir çözüm bulmuşlar. Sıkı durun şimdi: Günlerce aç bırakılmış bir dolu sokak köpe-ğini -artık kim bilir ne şekilde- toplayıp adaya salmışlar. Birkaç ay hiç uğramamışlar. O köpekler açlıktan, çaresizlikten, yuvalarını deşip yakalayarak bütün tavşanları parçalayıp yemişler.
Oh ne güzel… Ada artık tavşan adası olmaktan çıkmış. Ne olmuş? Köpek adası. E peki, onca köpek arasında kazı çalışması yapılabilir mi? Yapılamaz. Ne olmalı? Salıverilen köpekler tek tek toplanıp geri getirilmeli, değil mi? Ha haa... Ne gerek var yahu? Kolayı var, hem onlar da can mı? Adanın her tarafına uzaktan zehirli yiyecekler atmışlar. Açlıktan gözleri dönmüş köpekler anında hepsini silip süpürmüş ve de ölmüşler. Cesetleri toplayıp çöpe atmak çocuk oyuncağı artık. Böylece ada olmuş pirüpak. Onlar da hem tavşanlardan hem başıboş köpeklerden kurtulmuşlar. Aslında, vaktinde Hayırsız Ada’ya salınan köpekler gibi birbirlerini yemeleri de beklenebilirdi ama o kadarı gereksiz gaddarlık olurmuş, öyle dediler. Demek gaddarlığın gereklisi gereksizi de var...
Haa bir de adacık karşı sahile çok yakın olduğundan köpeklerin çaresiz ulumaları duyulur insanlar üzülürmüş. Doğru... çok yakın. Vaktinde Hayırsız Ada’daki köpeklerin ulumaları, ancak rüzgâr o yönden estiğinde duyulurmuş uzak sahillerden, katlanmak daha kolay olmuş. Hem sonra, adacık o kadar yakın ki, atlayıp fırt diye karşıya da geçebilirler, bir de onlarla mı uğraşacaklar? Bir an önce yok edilmeleri şart. Her canlı insanoğlunun amacına hizmet için ölebilir. Tavşanmış, köpekmiş, balıkmış, ağaçmış... hiç fark etmez.
Bunları duyunca kanım dondu. Sizi de sinir ettim, yılın ilk yazısı olarak, biliyorum ama günlerdir taşıyor içimden. Tabii yukarıdaki cümleyi yazar yazmaz Soma’da harcanan onca insan geldi aklıma. O halde ne diyelim? Üst kattaki canların refahı için alt kattaki canlar harcanabilir. Eh bunca sevgisizlik varken...
Bu arada restitüsyon çalışmasını merak ettiniz mi? Durun hele canııım, daha yaz var kış var, yaftası kondu ya yeter işte.