Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan sabah saat 06’dan hareketle Erzurum’a doğru yola çıkıyoruz. Erzurum’a indiğimizde ilk işimiz yöresel kahvaltı yapmak oluyor. Eski Erzurum evlerinin otantik atmosferinde ve yer sofrasında leziz kaymaklı ballı tereyağlı, lavaşlı kahvaltımızı yaptıktan sonra şehri turlamaya başlıyoruz.
Tarihte pek çok uygarlığa ev sahipliği yapan şehir 1202 yılına kadar Saltuklular’ın başkenti olmuştur. Moğollar ve Safevilerin işgalinden sonra 1514’te Osmanlılara geçmiş. Defalarca Rus işgaline uğramış. Ruslar 1917 devriminden sonra şehri terk etti.
Milli Birlik ve Bağımsızlık Hareketi’nin temeli 23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi’nde atıldı. İstiklal Harbi sürecinde Erzurum’un tarihi yeri ve önemi çok büyüktür. Mustafa Kemal Atatürk 23 Nisan 1920’de Erzurum Mebusu sıfatı ile Meclis ve hükümet başkanlığına seçilmiştir.
İlk izlenimimiz böyle önemli bir şehrin bakımsız olduğuna dair. Umarız yetkililer biran önce şehrin tarihi ve kültürel güzelliklerine ve alt yapısına gereken özeni gösterir de bu önemli şehrimiz hak ettiği yere kavuşur. Şehirde çarpık yapılaşma, bakımsızlık, geri kalmışlık hakim görünüyor. Bunca eleştiriyi bir kenara bırakıp gördüğümüz güzelliklere bakalım şimdi.
İlk durağımız Ulu Atabey Camii 1179’da Saltuklular tarafından inşa edilmiş. Düzgün kesme taşla inşa edilmiş ve mihrap önü bölümü şahane bir kırlangıç kubbe ile örtülmüştür. Çifte Minareli Medrese restore ediliyor. Hatuniye Türbesi, Erzurum Saat Kulesi, Tabyalar, Üç Kümbetleri, Yakutiye Medresesi’ni geziyoruz. Taş işçili-ğinin nadide örnekleri bu eserler...
Çınar kebap salonunda yöresel çorba içip, enfes cağ kebabını ve kadayıf dolmasını yiyoruz ki bu tatlar, kahvaltısı ile birlikte ‘Erzurum lezzetleri’ olarak damağımızdaki unutulmazlar listesindeki yerlerini alıveriyorlar. Yemek sonrası Taşhan’a giderek Oltu Taşı alışverişi yapıyoruz. Barlar (Erzurum folklor dansı) ve Dadaşlar (yiğitliklerinden dolayı Erzurumlulara verilen ad) diyarını arkamızda bırakıp yolumuza devam ediyoruz.
Geceyi Sarıkamış’ta kayak merkezindeki otelde geçirdikten sonra sabah yeniden yola koyuluyoruz. 1. Dünya savaşı sırasında Kars’ı geri almak için Rus Ordusu ile Osmanlı Ordusu arasında Sarıkamış’ta yaşanan çatışmalarda; çetin kış şartları, yeterli erzak ve kışlık giysi olmaması yüzünden (donarak ölen 18.000), toplam 23.000 (bazı kaynaklara göre 60.000) askerimizin anısına yapılmış olan Sarıkamış Şehitliği’ni ziyaret ediyoruz. Daha sonra Kars’ta Ermenistan sınırında Arpaçay Nehri kıyısında yer alan ve görülmesi mutlaka gereken Ani Harabeleri’ni geziyor, Gagik Ermeni Krallığı’na ait Katedral ve kiliseleri ve Selçukluların Anadolu’ya ilk defa girdikleri bu yerde yaptıkları ilk cami olan, Ebu Menucehr Camii kalıntılarını görüyoruz.
Kars’a gidip yörenin meşhur kaşar, bal, tereyağı alışverişini yapıyoruz. Siyah Oksidyen taşından yapılmış Kars Kalesi, Kars Müzesi, Kümbet Camii (12 Havariler Kilisesi)’ni görüyoruz. Kazevi restoranda Kars’ın meşhur kazının tadına bakıyoruz.
Akşam saatlerinde Doğu Beyazıt’taki otelimize varıyoruz. Yorucu geçen günün ardından derin bir uyku çektikten sonra sabahın erken saatlerinde penceremizi açtığımızda tam karşımızda duran dorukları kar ile kaplı yüce Ağrı Dağı manzarasına hayran kalıyoruz. Terasta güneşli ve mis gibi havada bu manzaraya karşı, Nuh’un gemisini düşleyerek, unutulmaz bir kahvaltı yapıyoruz.
Hazırlanıp yola çıkıyoruz. Gürbulak sınır kapısından geçerken uzaktan İran’ı görüyoruz. Uzun bir tırmanışla İshak Paşa Sarayı’na varıyoruz. Lale devrinin son döneminde yapılan saray, Topkapı Sarayı’ndan sonra Osmanlı’nın en ünlü sarayı. Yapımı 99 yıl sürmüş olan, dünyanın ilk kalorifer döşenen sarayıdır. Kesme taştan yapılmış; Türk hat sanatının örnekleri ile sülüsle yazılmış ayet ve beyitler ile süslü. Zindanlarını gezerken rehberimizden Ağrı Dağı Efsanesi’ni; Çoban Ahmet ile Han’ın kızı Gülbahar ve Gardiyan Memo’nun hikâyesini dinliyoruz. Bin bir gece masallarından çıkmış gibi görünen sarayın büyüsü, rüküş bir koruma restorasyonu ile gölgelenmiş. Kale, Doğu Beyazıt Sultan Selim Camii (kayaların üzerinde inşa edilmiş), Ahmed-i Hani Türbesi’ni (ünlü bir Kürt evliyası) görüyoruz.
Süphan ve Tendürek dağları eteklerinden geçerken lav oluşumlarından hatıra bir parça taş alıyoruz. Muradiye Şelalesi’ne karşı çay keyfi ve asma köprü üzerinde titreyerek fotoğraf çekiminden sonra akşam olmadan Van’a varıyoruz. Kaleye çıkarak Van Gölü üzerinde güneşin batışını izliyoruz. (Çok güzel görünüyordu.) Selçuklulara ait eski şehrin kalıntıları ve yeni şehri kuşbakışı seyrediyoruz.
Van, büyük ve çok güzel bir şehirmiş de biz bilmezmişiz. Bir deniz gibi görünen Van Gölü ve çevresindeki şık villaların önünden geçerken kendimizi Ege veya Akdeniz’de sanıyoruz. Yollar geniş ve düzgün binalar modern. Depremin hepimizi derinden sarsan acılarını atmış görünüyor.
Edremit’teki beş yıldızlı Rescate Oteli’ne yerleşiyoruz. Sabah penceremizi açtığımızda bu defa görkemli Van denizi (Vanlılar göl denmesini tercih etmiyorlar) manzarası ile karşılaşıyoruz. Suyu sodalıymış ve bir tek inci kefali yaşıyormuş. Sabah otelimizdeki zengin menüden yöresel lezzetleri seçiyoruz. Otobüsümüze biniyoruz ve bizi Gevaş’tan Akdamar Adası’na götürecek tekneye zamanında yetişiyoruz. Kısa bir deniz seyahatinden sonra Akdamar Adası’na varıyoruz. Burada bulunan Akdamar Kilisesi gerçekten çok özel. Mimari açıdan Ortaçağ Ermeni sanatının en parlak eserleri arasında sayılıyor. Kızıl andezit taşından inşa edilmiş kilisenin dış cephesi alçak rölyef şeklinde işlenmiş zengin bitki ve hayvan motifleri ile İncil’den alınmış sahneler ile bezenmiş. Adem ile Havva’nın cennetten kovulma sahnesi ve Yusuf Peygamber’in Yunus tarafından yutulma sahnesi gerçekten çok güzel görünüyor. Kilise iç mekânının akustiğinde Bayan İvi’nin söylediği ilahi çok etkileyiciydi. Adada çay keyfinden sonra teknemizle geri dönüyoruz. Göl manzaralı restoranda inci kefalimizi yiyoruz.
Gürpınar’da bulunan Çavuştepe kalesine gidiyoruz. Kalenin bekçisi Mehmet Kuşman, dünyada Urartuca bilen 3 kişiden biri. Bize Kale ile ilgili bilgi verip yazıtlardaki Urartuca çivi yazılarını okuyor. MÖ 700’lü yıllarda yaşayan Urartular Van’ı başkent yaptılar. 500 yıl hüküm sürüp tarihten silindiler; tam da burada bir açık hava mabedi inşa ettiler. Dünyanın en eski kanalizasyon sistemine sahip saray binaları, surlar ve depolar var.
Buradan ayrılıp otantik halıların dokuma tezgâhları ile Van’ın olmazsa olmazı bir gözü mavi bir gözü yeşil, bembeyaz Van kedilerini ziyaret ediyoruz.
Şehrin merkezine gidip otlu peynir, bal ve Urartu tarzı gümüş aksesuar alışverişi yapıyoruz.
Ertesi gün son fotoğraflar da çekiliyor ve gözümüz arkada havaalanının yolunu tutuyoruz. Her karış toprağı altın değerindeki ülkemin altın renkli topraklarını arkamızda bırakıp, bir daha gelmek için sözleşerek İstanbul’a doğru havalanıyoruz