Salı, 29 Eylül 2020 15:51

Adalarda hastane olsa

Ögeyi değerlendirin
(1 Oylayın)
Burgazada Sanatoryumu (20. yy ilk çeyreği) Burgazada Sanatoryumu (20. yy ilk çeyreği) Adalar Müzesi Arşivi

Bir süredir Adalarda hastane olsa ne iyi olur diye düşünüyordum. Malum pandemi süreci her bir adada nüfus artışına neden oluyor. Ne de olsa İstanbul’a kıyasla biraz daha rahat nefes alınabilir konumdalar ve birçok yazlıkçının da bu kışı oralarda geçirmeyi tercih edeceğini sanıyorum. Ama? Koskoca bir “Ama”. Ben kendimi bildim bileli daima hastalık ve hastane konuları adaların en büyük sorunu olmuştur. Yazın iyi kötü yazlıkçı doktorlarla, dispanser, sağlık ocağı, yarı doktor deneyimindeki eczacılar gibi ufak tefek hastalıklarla başa çıkılabilecek imkânlar bulunur ki ağır vakalar yine en kısa yoldan şehre ulaştırılmalıdır. Kışın ise durum Allaha emanet... Üstelik eskiden Adalar bu kadar kalabalık değilken varmış da şimdi niye yok acaba? Pandemiye gelince, o zaten hiç hesapta yoktu.

Bu günlerde en azından şu Heybeli’deki terk edilmiş, atıl, hatta haince harap edilmiş koskoca sanatoryumu onarsalar da tam teşekküllü bir hastane haline getirseler ne iyi olurdu diye düşünürken, Diyanet’e verildiği bomba haberi patladı. Sosyal medya çalkalandı, isyan dolu yazılar, fotoğraflar gitti geldi, itiraz için imzalar toplandı ki hiçbiri para etmez, bizi yönetenler kafalarına ne koyarlarsa onu yaparlar, Yassıada’nın durumu malum... Diyanet orayı alsa ne yapar? Onarıp hastane yapsa varsın alsın... Ya kuran kursu yapar ya da bol para getirecek bir otel.

Derken sevgili Halim Bulutoğlu’ndan bir ileti aldım. Çok eskiden sanatoryum olan Burgaz’daki Medeni Bey evleri diye bilinen mekânın daha da eskiden Avusturyalılara ait olduğunu bilip bilmediğimi soruyordu. Ne de olsa eski Burgazlıyım, ‘canım ada’m hakkında neredeyse son 50 yılın tarihini içeren kitap falan yazmışım, üstelik çocukluğumun en güzel yılları o evlerden birinde ve o güzelim bahçede geçmiş... Gel gör ki bunu hiç duymamıştım. Benim bilgilerim Medeni Bey’in oğlu Ömer Bey’den başlıyor.

Ve Halim, edindiği bilgileri onaylatmak için bana söz konusu mekânı bir önden bir arkadan gösteren iki fotoğraf gönderdi. Aman efendim, o andan sonra ben artık o güzel günlerdeyim, çocukluğumdayım, anılardayım... Ve evet, o vaktinde kayıt kuyut işlerinin, ayakta muayenelerin yapıldığını düşündüğüm büyük ana bina, benim çocukluğumun geçtiği evdi. Eşyaları; beyaz lake koca koca koltuklar, minderler atılmış banklar, yemekhane masası gibi uzun bir masa, beyaza boyalı demir parmaklıklı karyolalar, üzerleri camlı metal sehpalar komodinler tipik hastane eşyalarıydı. Alt katında yıllarca oturduk, ilk bir iki yıl koskocamandı, avlusunda bisikletle gezerdik. Sonra ortadan ikiye böldüler, iki ayrı aileden kira almak için tabii... Biz o şekliyle de oturduk bir süre, daha az kalabalık olarak ve arka bahçeye bakan tarafta. Eh büyük hali, anne babalar için eziyetli olmalı ama biz çocuklar için daha keyifliydi.

Kocaman camekânlı bir salon, koca bir hol, her birinde ikişer çocuklu bir ailenin yattığı beş büyük yatak odası ve denize kadar inen bir orman bahçe. Bahçenin içinde banyolu mutfaklı, salonlu, yatak odalı, balkonlu, vaktinde lüks sanatoryum daireleri olan üç katlı uzun bir evin ve oraya buraya serpiştirilmiş müştemilatların her birinde çocuklu başka aileler... Çocuk olunca orada nasıl bir yaz geçirileceğini tahmin ediyorsunuz değil mi? Üstelik içinde çamlar, ıhlamurlar, zambak tarlaları olan ve kat kat denize kadar inen bahçedeki çocuk kalabalığına katılan civar evlerdeki başka çocuklar da olurdu. İsterdim ki koca bir çocuk ordusunun çılgınca eğlendiği, onca kalabalığa rağmen, babaannem ve dedemle, sessiz uzak bir köşede kimselere görünmeden piknik bile yapabildiğimiz o bahçede geçen keyifli anılarla sürüp gitsin yazım.

Ama bu günlerde çaresizce yalnızlaşmaya mahkûm edilmiş nice insanın kişisel nostaljilerini bulandırmak istemem. Eh bir de tabii baş belası Corona-Covid-pandemi üçlü başlık, dev bir kaya misali –ay meteor diyesim geldi- öyle bir oturmuş ki tüm sorunların orta yerine, hiçbir konunun hafifletilmesini hoş göremiyor yürekler. Biraz gerildim. Gerilince sinirlendim. Ve de biraz ara verdim. Sonra şu Heybeli’deki sanatoryum ne durumda acaba diye merak edip Google amcaya bir danışayım dedim.

Youtube’da bir video buldum. Genç bir adam, adı Hasan’dı galiba, -emin olun onaylamak için bile tekrar bakasım yok- defalarca bekçiler ve köpekler tarafından engellenip boşa giden birkaç teşebbüsünden sonra inat etmiş ve nihayet bir duvardan atlayıp gizlice içeri girmeyi başarmış. Köşesini bucağını iyice dolaşıp videoya çekmiş ve de Youtube’a koymuş. Gözlerime inanamadım. Yer güzel, binalar güzel, bahçeler güzel hatta güzel ötesi... Ama bu kadar muhteşem bir mekân nasıl bu kadar tahrip edilebilir? Çöken, yıkılan alanlar bir yana, neler ziyan edilmiş, neler çöp haline gelmiş anlatılacak gibi değil. İnsanın içi parçalanır. İlaçlar, serumlar, bilumum hastane malzemesi, eşyalar, yataklar, hasta dosyaları -ki son kayıt 1991’de- röntgen cihazları, laboratuvarlar, elektrikli aletler...

İnanın her detayı tarif etmeye kalksam sayfalar yetmez, anlatılacak gibi değil. Ben zaten ‘sulu göz’üm biraz, biliyorum ama eminim ki o manzaraya taş yürekler bile dayanmaz. Valla eğer daha önce izlemediyseniz, üşenmeyin, geniş bir zamanınız olduğunda girin internete ve mutlaka izleyin. Zaten; Youtube Heybeliada Sanatoryumu yazarsanız hemen çıkıyor.

Diyeceksiniz ki şimdi Büyükada’daki Avrupa’nın en büyük, dünyanın ikinci büyük tahta binası olan ünlü Yetimhane’nin yürekler acısı durumundan ne farkı var? Haince tahrip ve ihmal açısından farkı yok tabii, hatta ülkemizdeki tarihe mal olmuş nice sanat eserinden de farkı yok. Ama konu sağlık olunca ve dünyayı tehdit eden bu kadar büyük bir sağlık sorunu olunca hastane konusunu şöyle bir durup düşünmek gerekmez mi? Her yazıyı, her sözü sağlıklı günler dileyerek bitirmek farz oldu artık. Ben de herkese sağlıklı günler diliyorum.

Son değişiklik Çarşamba, 30 Eylül 2020 19:27
Yorum yapmak için oturum açın