Heybeliada Sanatoryumu, Covid-19 pandemisinin ülke çapında tırmanışa geçtiği Eylül başlarında yeniden gündemde. Sanatoryumun gündeme gelmesine vesile olan haber, CHP milletvekili Umut Oran’ın Cimer aracılığıyla aldığı yanıt üzerine Sözcü gazetesinde Yavuz Alahan tarafından yapıldı. Sanatoryum, Diyanet İşleri Başkanlığı’na tahsis edilmişti. Tahsis edilen alanın büyüklüğü 200 dönümdü. Ada’nın neredeyse onda biri. Haberle birlikte Heybeliada Sanatoryumu tartışmaların gündemine de oturdu. Pandemi nedeniyle sağlık konusunun her şeyin önüne geçtiği bir dönemde, kapatılmış da olsa veremle savaş ve göğüs hastalıklarıyla mücadele için kullanılmış bir hastanenin İslam Eğitim Merkezi olarak Diyanet’e tahsis edilmesi haklı olarak büyük tepki yarattı. Tepki iktidar yanlısı gazetelerdeki köşe yazarlarına da ulaştı. Bu kadarı da olmaz ki dedirtti. Diyanet’in, birçok bakanlığın kullandığından daha büyük bütçeye sahip olmasına ek olarak, son yıllarda üst üste bu tür gayrimenkul tahsisleriyle anılması, yine bir gazeteye göre son 10 yıl içinde tahsis edilen gayrimenkul sayısının 1000’e yaklaşıyor olması dikkat çekiciydi.
Tepkiler üzerine Diyanet açıklama yapmak zorunda kaldı. 200 dönümlük alanın tamamı 2018 yılında tahsis edilmişti, bu açıklamaya göre. Ancak 2019 yılında iki parselden Orman’a ait olan 131 dönümlük bölümü Milli Emlak’a iade edilmiş, geriye hazineye ait olan 63 dönümlük bölüm ve üzerindeki binalar kalmıştı. Diyanet tepkileri yatıştırmak için olsa gerek, pandemi hastanesi olarak kullanılmak istenmesi durumunda bu bölümden de vazgeçebileceklerini dile getiriyordu. Tahsise konu olan binalar harap durumdaydı. Ancak yıkılıp yeniden yapılması durumunda kullanılabilirdi. O kadar maliyetliydi ki, “bağışlanmış” bir değerden söz edilemezdi.
Sanatoryum arazisi ve binalarının yeniden sağlık amaçlı işlevlendirilmesi ve Sağlık Bakanlığı’na tahsisi bekleniyor. Eğer bu gerçekleşirse, şu anda İstanbul’un sağlık açısından en fakir ilçesi olan Adalar, yeniden güçlü bir sağlık altyapısına sahip olacak. 100 yıl öncesinde olduğu gibi.
Adalar’da sanatoryumlar ve Heybeliada Sanatoryumu’nun 100 yıla yaklaşan öyküsü
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı, dünyada ve Türkiye’de verem milyonlarca insanı kırıp geçirdiği bir salgın hastalık dönemi olarak bilinir. Savaşlarla geçen, beslenme ve temizliğin büyük sorun olduğu o kıtlık yıllarında, savaşan neferler başta olmak üzere nüfusun önemli bölümü verem ve diğer hastalıkların pençesinde kalmış. 1924 yılında yeni cumhuriyetin nüfusu 13 milyon iken, 1 milyon insanın veremli olduğu biliniyor. “Türkiye’de, halk sağlığını en çok etkileyen bulaşıcı hastalıklardan en önde geleni veremdi. 1901–1923 yıllarına ait istatistiklere göre İstanbul’da veremden ölüm sayısı yılda ortalama 2.800 kişi olarak belirlenmişti ve bu sayı, genel ölüm oranının yüzde 15,8’ini oluşturmaktaydı.” (Dr. Fatih TUĞLUOĞLU, Cumhuriyettin ilk döneminde Veremle Mücadele). Verem genç hastalığı olarak bilinir ama kimsesiz yetim çocukları da pençesine almış olmalı.
Burgazada’da Adalar’ın ve İstanbul’un ilk sanatoryumu
İstanbul’da ilk sanatoryum, 1902 yılında Burgazada’da Avusturya Sen Jorj (St. Georg ) Hastanesi bünyesinde, çocuk sanatoryumu olarak kuruluyor. “Amaç öksüz, kimsesiz ve veremli çocukların iyileşmelerini sağlamak. Çocukların denize girmeleri için, güneşlenmeleri için ada sahilinde bir de ev var sanatoryuma bağlı olarak. İlk yıl itibariyle 40 çocuk tedavi görmüş burada.” (Doç. Dr. Fatih Artvinli, Bianet, 11 Eylül 2020)
Kurum yine aynı araştırmacının tıp tarihçisi Prof. Nuran Yıldırım’a dayanarak verdiği bilgiye göre 1929 yılında kapanıyor. Bu noktadan sonra bir belirsizlik var. Adalı Yayınları’ndan Semiha Akpınar imzasıyla çıkan Bir Ada Öyküsü kitabında Müjde ve Müşfik Aykaç, “Dr. Medenî Bey, Burgazadası Sanatoryumu’nun sahibi idi. Dr. Medenî Bey burayı sanatoryum olarak düzenlemek için önce bu araziyi almak istiyor. O sırada Fazıl Ahmet Aykaç da mebus. ‘Gelsin Ankara’ya müracaat etsin alsın’ diyor (Doktor Kolej’den öğrencisi). Ve böylece alıyor. Hediye olarak da Eşfak Aykaç Bey’e kendi tuttuğu bir mercan balığını hediye ediyor.” diye anlatıyorlar. Fazıl Ahmet Aykaç, üçüncü dönem milletvekili. İlk seçildiği yıl 1928. Toplam 20 yıl milletvekilliği yapmış. Demek ki, Avusturyalılar sanatoryumu kapattıktan bir süre sonra, Medeni Bey, yine aynı amaçla kullanmak üzere bu binalar topluluğunu ve araziyi satın almış. (İki ayrı sanatoryum var ama ayrı binalarda mı aynı binalarda mı bir kesinlik yok. Fatih Artvinli’nin yazısında ilk sanatoryum olarak konulan resim, Medeni Bey tarafından kullanılan ile aynı. Bu konuda bkz. Bercuhi Berberyan’ın bu sayıdaki yazısı.)
Zaten Burgazlılar da, eski sanatoryum arazisini Medeni Bey bahçesi olarak biliyorlar. Bercuhi Berberyan, Adalı Yayınları’ndan çıkan Burgazada Sevgilim kitabında bu bahçeyi çok güzel anlatır. Eskiden sanatoryum olarak kullanılan evleri yazlık olarak kiralamıştır babası ve amcası:
“Derken, biz çocuklar için oldukça heyecan verici bir 'ev bakma gününün’ sonunda, Medeni Bey Evleri diye anılan, çok eskiden bir sanatoryum kompleksi olan bahçedeki evlerden biri tutuldu. Çok ilginç bir mekândır orası. Camiden başlayarak, Kınalı'yı gören ilk burundan (eskiden Punta denirdi) ötelere kadar uzanan, Gönüllü Caddesi'nden de sahile kadar inen, orman gibi koskoca bir bahçe. İçinde hastanenin ana binası konumundaki kocaman tahta bir köşk.
“Şifa yurdu gibi, üçer dairelik, caddeden iki, kod farklı bahçeden üç katlı, uzun bir bina. İkisinin arasında, biri iki, biri tek katlı iki bina daha. Ayrıca, orada burada müştemilâtlar. Ve de, kat kat inilen denize nazır burunlardan birinin altında, belki eskiden bekçi evi falan olan, altındaki kapıdan pasaj gibi, sahilden bahçeye girilebilen ünlü pembe ev... şimdi başka renge boyanmış olabilir... diğerinde de sahibi Ömer Bey'in muhteşem köşkü.
“O pembe eve nasıl hayrandım küçükken, tam denizin üstünde diye, çook sonraki yıllardan birinde, kocamla Burgazada'da ev bakmaya gittiğimizde, nasılsa boştu ve bize teklif etmişlerdi de dolaşmıştık içini ve hiç beğenmemiştik. Ne küçükmüş meğer...
“Dev çam ağaçlarıyla dolu orman bahçenin alt yanıyla arazinin sahibi olan, Ömer Bey'in (çoktan ölmüş olan Medeni Bey'in oğlu) burundaki köşkü arasındaki sette da zambak tarlaları var. Pembe açan zambaklar, yaz boyu buram buram kokuturdu tüm bahçeyi...”
Salt Araştırma’daki arşive göre Medeni Bey, 1928 yılında satın aldığı işletmeyi İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar çalıştırmış olmalı. Kapanınca da mirasçıları deniz kıyısındaki iki köşkü kullanmışlar, sonra da tamamını kiraya vermeye başlamışlar.
Adalar’da ikinci sanatoryum Büyükada’da 1923 yılında açılıyor.
Burgaz’ın ardından sıra Büyükada’ya gelecektir. Bu seferki girişimin sahibi de bir hekimdir. Dr. Musa Kazım Bey, Büyükada Maden mahallesinde, Yılmaztürk Caddesi üzerinde Muhittin Paşa’nın büyük bir arazi içindeki iki köşkünü kiralayarak başlıyor sanatoryum macerasına. Hasta sayısı artınca bu köşkler ve arazi yetmez oluyor, bunun üzerine daha uzağa, Büyükada büyük tur yolunda, Fethi Okyar korusundan hemen önce Kerim Paşa’nın içinde köşkü de bulunan büyük arazisini satın alıyor. Köşkü kadınlar kısmı olarak ayırıp, arazinin alt bölümüne de erkekler bölümü için ayrı bir bina inşa ettiriyor. Büyükada’nın ünlü hekimleri Dr. Akil Muhtar ve Celal Muhtar da kendisine yardımcı oluyorlar. Bir Ada Öyküsü kitabında Ali Akpınar Musa Kazım Bey’in tüm bu masraflar için Emlak-Eytam Bankası’ndan bir miktar kredi aldığını anlatıyor. Musa Kazım Bey, Akpınar’a göre İnönü’nün Yemen cephesinden asker arkadaşı. Sanatoryumun erkekler bölümü tamamlandığında İnönü’nün Fethi Okyar’ı ziyarete geldiği bir gün Musa Kazım Sanatoryumu’nu da ziyaret edip, eski arkadaşını tebrik edip kucaklaştıkları bilgisi de var bu anlatıda.
Musa Kazım Sanatoryumu, 70’li yıllara kadar çalışıyor. Musa Kazım Bey vefat ettikten sonra idareyi damadı, Dr. Fevzi Aldemir üstleniyor.
Sanatoryum kapandıktan sonra içindeki binalarla birlikte 1970’li yılların sonunda devremülk olarak kiralanmaya başlanıyor. Semiha Akpınar’ın Bir Ada Öyküsü kitabında Zafer Ertaş o günleri anlatıyor: “1980 yılında bir gün Cumhuriyet Gazetesi’nde bir ilân gördük: “ Büyükada’da devremülk: Soytaş” adı altında. Haldun’un da isteği ile bütçemize de uygun geldiği için hiç olmazsa 1 aylığına da olsa yeniden Adalı oluruz düşüncesi ile başvurduk. Tesisin nerede olduğunu bile bilmiyorduk. Sözü edilen tesis Büyük Tur’un başlangıcındaki eski “Dr. Musa Kâzım Sanatoryumu” idi. Bir badireyi atlatıp yeniden hayata dayanmak ne güzel, yaşamak ne güzeldi... Çam ağaçları arasında biri ahşaptan kâgire çevrilmiş, diğeri kâgir olan 2 bina ve müştemilâttan oluşan tesiste, eskiden doktorların kullandığı ahşaptan bozma köşkten yer ayırtmıştık. İlk gittiğimiz gün bizi (ben, yaşlı annem ve Haldun) yüksek tavanlı büyük bir odaya yerleştirdiler. Nefis bir manzarası vardı...”
Heybeliada Sanatoryumu
Heybeliada’nın Çam Limanı mevkii, adanın en güzel yerlerinden biridir. Güneye bakar. İstanbul’un hakim rüzgarı poyraza kapalıdır. Çam ağaçlarıyla kaplıdır ve adanın bu bölümü Ege-Akdeniz ikliminin tipik özelliklerini taşır. Gün boyu güneş alır. Ada merkezinden uzaktır ve sessizdir. İstanbul’da sanatoryum kuruluşu için ideal yerler arasındadır.
Arazinin Aya Yorgi Manastırı’na ait olduğunu söylemektedir Akillas Millas, Halki kitabında: “Heybeli sakinleri buraya, en tepesinde yine Sofyanos’un işlettiği bir gazinonun adı yüzünden Mağeftiko Vunaki, yani "Büyüleyici Tepecik" de derlerdi. Geçen yüzyılın başlarında Bahriye, Deniz Harp Okulu’ndaki hasta öğrencilerin nekahatı ve istirahatı için, bu sempatik gazinonun yanına iki katlı bir bina inşa ettirdi. I. Dünya Savaşı sırasında Türklere esir düşen İngiliz General Towsend’in de gözetim altında tutulduğu bu iki katlı basit yapı, Heybeli Sanatoryumu’nun ilk nüvesini teşkil etti.”
Dr. Tevfik İsmail Gökçe’nin belirttiğine göre, “Çam Limanı Adalarda havası en yumuşak olan yerdir. Veremlilere şifa sunan bir iklime malik olması, tecrübelere binaen, çok eski zamanlardan beri süre gelen hususi durumu dolayısıyla, Heybeli’deki Çam Limanı’nın sanatoryum yeri olarak seçilmesinde büyük bir isabet gösterildi.”
Sanatoryumun kuruluşu ile ilgili olarak ise şunları eklemektedir, “...1924 senesi 15 Ağustos günü Heybeliada’ya gelerek işe vaziyet ettik. Bize verilen bina I. Dünya Harbi sıralarında, Mektebi Harbiye Müdürü Vehbi Bey tarafından, talebeleri için nekehathane olarak yapılmıştır. Sonraları Bahriye Mızıka Mektebi, İngiliz General Towsend’in esaret yeri olmuş ve yukarıda belirttiğimiz gibi, bir Askeri Senatoryum olarak açılmak üzere iken, görülen zaruret üzerine muhacirin (göçmenler) idaresine devredilmiştir. Burası muhacir nekehathanesi olarak kullanılmış, hatta bazı tüberkülozlu hastalar da alınmıştır.
“Bina, uzun müddet muhacir iskan edilmiş olması itibariyle çok harap bir haldeydi. Kalın kâgir duvarları, gizli çatısı, yüksek irtifaları ile eski zamanın klasik karakol binalarını hatırlatan bu bina, Yeşil Burun’un en yüksek yerine, kayalıklar üzerine oturtulmuştur. Etrafı kayalıklarla çevrilmiş olup, yazın bol tozlu, kışın sakız gibi kırmızı çamurlu, basit tesviye görmüş bir patika ile adanın yine çamur içinde olan tur yoluna bağlanmış bulunuyordu.
“Tapusu olmadığı gibi, kendine mahsus bir arazisi de yoktu. Hatta yanı başında bir de gazino vardı (Mağeftiko Vunaki). O zamanlar Heybeli’ye gelmiş olanlar, Çam Limanı’nın en mutena yerinde, set üzerindeki bu gazinoyu pek güzel hatırlarlar.
“Gazinocunun iddiasına göre bu arazi, binanın arsası da dahil olmak üzere Kudüs Patrikhanesi’ne bağlı Uçurum Manastırı’na aittir, kendisi de kirasını oraya yollamaktadır. Bu iddiaların [manastır arazisinin aidiyet belgesi, Cumhuriyet ilanından sonra geçersiz sayılan eski Osmanlı fermanlarına dayandığından] hiç bir esasa istinad etmediği anlaşılınca kendileri derhal çıkartıldılar ve tur yolu hudut olmak üzere, o zaman için kafi bulduğumuz 38.800 metre murabbalık Yeşil Burun kısmı Sanatoryum arazisi olarak kabul edildi ve tel örgüyle çevrilerek tahdit edildi.” (Tevfik İsmail Gökçe, Heybeliada Sanatoryumu: Kuruluş ve Gelişim, 1924-1955 (İstanbul: İsmail Akgün Matbaası, 1957)
Hastanenin kuruluşundan itibaren en çok emek veren Dr. İsmail Tevfik Gökçe, sanatoryumun 30 yıl süreyle başhekimliğini yapıyor. Kitabında da bu dönemi anlatıyor ayrıntısıyla.
Sanatoryum hızla gelişiyor. 16 yatakla hizmet verilmeye başlanıyor, 1954 yılına gelindiğinde 650 yatağa ulaşıyor.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, veremle savaş bir ulusal politika oluyor. Sanatoryumun kuruluşunda Cumhurbaşkanı M. Kemal Atatürk ve Başbakan İsmet İnönü’nün imzalarının bulunması bunun göstergesi. Dönemin Sağlık Bakanı Refik Saydam, Balkan Savaşları ve 1. Dünya Savaşı dönemindeki yaygın seferberlikte, neferler arasında salgın hastalıkların neye mal olduğunu çok iyi bilen bir isim. Refik Saydam’ın Heybeliada Sanatoryumu’nun kuruluşu için çok ısrarcı olduğu söylenir. Cumhuriyet döneminin ilk yatırımlarından birinin Heybeliada Sanatoryumu olması, belki de bu sayededir.
Kapanışa giden süreç
“Heybeliada Sanatoryumu, bir sabah kalkıp kapatılmadı ama kapatılmasına giden süreçte önce işlevsizleşti, tarihi sanatoryuma kaldırabileceği şekilde yeni işlevler yüklenilmedi, giderek ve bilerek küçültüldü. Devlete ait pek çok sağlık kurumu gibi gereken önem verilmedi, giderek ölüme terk edildi.” diye anlatıyor Dr. Fatih Artvinli, Bianet’de Tansu Pişkin tarafından kendisiyle yapılan uzun söyleşide. Kapanışa giden sürecin ayrıntısı, ve bundan sonra neler yapılabileceğine ilişkin önerilerini, sanatoryumdan yeni çekilmiş güzel fotoğraflar eşliğinde okumaya değer.