Bu Corona, nam-ı diğer Covid 19 meselesi herhalde bir aya kadar biter diye ummuştuk, bitemez oldu. Daha da ne kadar süreceği belli değil. Merak edip de bir göz atınca internete, şöyle bir açıklama görülüyor: Kişiler herhangi bir belirti göstermeye başlamadan, 1-14 gün öncesinden hastalığa yakalanmış olabilirler. Bu hastalığın en yaygın belirtileri; ateş, yorgunluk ve kuru öksürüktür. Vakaların %80’i özel bir tedaviye gerek duymadan iyileşmektedir. Nadir olarak ağır seyredebilir hatta ölümcül olabilir. Yaşlılar ve astım, diyabet veya kalp hastalığı gibi başka sağlık sorunları olan kişilerin bu hastalığı ağır geçirme olasılığı daha yüksek olabilir. “Miş.” Demez misin? Ne var bunda? Bildiğin grip işte. Ama duuur, bir de: “Belirtisiz olgular olabileceği bildirilmekle birlikte, bunların oranı bilinmemekte” gibi bir açıklamayla da karşılaşılıyor. Ve de biiiir dolu çeşidi bellisiz insanı allak bullak eden bilgi karmaşası.
Çok soğukkanlı ve itidalliydim aslında ama yavaş yavaş moralim bozuluyor galiba. Birkaç gündür “Ya yıllarca sürerse” endişesine kaptırdım kendimi. Yahu biliyorum, artık genç değilim ama daha yapacak bir dolu işim var, planlarım var. Hatta en önemlisi kitabım bitti, bir türlü çıkamıyor. Ya ömrümün son dilimi böyle kapalı kapılar ardında, maskeli, eldivenli, hijyen bağımlısı, eşten dosttan uzak, sarılıp öpüşmeye hasret geçerse... Ben sarılmayı, dokunmayı, öpmeyi seven insanlardanım. Hele bu takıntı gece yatağa girdikten sonra gelip yapışır da gitmek bilmezse, uyuyabilirsen uyu da görelim. Geçen ay da söz etmiştim, sosyal medya trafiği de insanı resmen sinir hastası edecek durumda. Ayrıca mahvolan gözler de cabası.
Allah’tan Survivor var. Tanıyanlar bilir ben yaşıma uymasa da ezelden beri Survivor meraklısıyım. Valla Acun Ilıcalı akıllı, haftada birkaç günken, her güne koydu. Hatta istersen sabahtan akşama kadar sürekli izleyebilirsin. Benim merakım o kadar uzun boylu değil ama iyi ki var diyorum. Birkaç saat bu Corona illeti aklına bile gelmeden ona takılabilirsin. Eh tabii telefonunu da sessize almalısın. Çünkü birkaç dakikada bir hatırlatılıyor. Büsbütün moral bozmamak için mizahi bir şeyler arıyorum yok, yok. Güldüğüm şeyler bile Coronalı. İnsanlar durumu hafifletmeye çalışıyorlar zahir. Valla bilemiyorum, başka bir hastalık için bu kadar şarkı, şiir, karikatür, parodi v.s. yapılmış mıydı bu güne kadar? İnsanların hayal gücü dorukta... Uzaylı saldırısı bile diyen var valla. Uzaydan bütün dünyayı savaşsız mavaşsız kırıp geçirecek minicik bir şey gönderdiler. Çoğunluk ölsün, kalan sağlar ki sağlam olanlar olacak ama azı kalmış olacak, istedikleri gibi yönetebilecekler. Nasıl? Film olur valla. Bu kötü günler geçebilirse mutlaka böyle filmler yapılacaktır.
Geçen gün zıtlıklarla dolu, tam güleriz ağlanacak halimize misali bir durum muhasebesi göndermişler. Diyorum ki birkaçını katayım yazıma, gülümsersiniz belki, zira hayal gücümde hayır yok bu aralar, hep kötüye çalışır oldu. Virüs hakkında öğrendiklerimiz başlıklı bir liste bu: 1 – Hiçbir sebeple evden çıkmamalısın ama mecbursan çıkabilirsin. 2 – Maskeler işe yaramaz ama takman gerekebilir. 3 – Açık olanlar hariç tüm dükkânlar kapalı. 4 – Bu virüs ölümcül ama korkmaya da gerek yok. 5 – Eldivenler seni pek korumaz ama işe yarayabilir 6 – Marketlerde ürün kıtlığı yok ama geç kalırsanız bulamazsınız, erken giderseniz bazen bulursunuz. 7 – Hastalığın birçok semptomu var ama hiç semptomsuz da hasta olabilirsin veya semptom gösterirken hasta olmayabilirsin veya semptomsuz taşıyıcı olabilirsin. Kesiyorum. Daha çok madde var, hem de ciddi kafayı yedirtecek cinsten. Ama şöyle bir final yapmışlar: Virüsün etkisi yok olana kadar evde kalmalıyız ama ancak toplumun büyük bir kısmı bağışıklık kazandığında etkisini kaybedecek. Bağışıklık kazanmak için virüsle temas etmek lazım ama temas etmemek için evde kalmalıyız. Öööff! Size de öf dedirtti mi? Gülemez oldum, gülemez oldum.
Ay durun, güldüğüm tek bir şey var. Evde oturan erkeklerin büyük kısmı mutfağa merak sardı. İlginç değil mi? Pasta, kek, börek hatta ekmek gibi şeyler yapıyorlar. Kardeşim bile yapıyor valla ki hiiiç o taraklarda bezi yoktu. Tam tersi olmalıyken, kekler, poğaçalar yapıp bana getiriyor. Ah, asıl bunları ben sana yapmalıydım demeden afiyetle mideye indiriyorum valla. Mozaik pasta bile yaptı. Annem herhalde mezarında ters dönüyordur.
Şimdi nihayet masaya oturabildiğim bu gün 23 Nisan. Olan çocuklara oldu. Üstelik de 100. yıl, kim bilir ne coşkulu kutlamalar olacaktı... Gerçi son yıllarda eski kutlamaları özler olmuştuk, hani o her ülkeden çocukların ülkemizde konuk edildikleri, şenlikli coşkulu etkinlikler ki ben öğretmen olduğumdan birkaçına katılmıştım çocuklarımla. Bu konu az öncesine kadar hiç de umurumda değil gibi geliyordu bana. Ama kapıdan koca bir otobüs geçti, gümbür gümbür marşlar çalarak... Üzeri bayraklarla, güllerle, çocuk resimleriyle süslü... Şöyle bir bakasım geldi pencereden, malum, trafik sesi falan yok. Ani bir neşe gibi geldi, geçti, gitti. Bir dokunsun bana... Bir dolsun gözlerim... Aaaa... Neler oluyor böyle? Çocukların evde hapis olmalarına mı sızladı içim? Eski şenlikli anılarım mı depreşti?
Bir süre öylece kaldım etkisinde ama çözemedim ruh halimin boğazımda düğümlendirdiği o garip hıçkırığın nedenini. Akşam saat 21.00’de de insanlar pencerelerden sarkıp sözde bir ağızdan İstiklal Marşı söylediler. Duygulanmak isterdim ama olamadı doğrusu. O kadar büyük bir kakofoni söz konusuydu ki ne hissedeceğimi bilemedim. Marşımız zaten epey zordur, öğretmenlik günlerimin müzik derslerinde bana az kök söktürmemiştir... Ne diyeyim? Maksat gönül birliği. Pek inanmasak da çocuklarımız bununla avundular diyelim.
Karşımdaki ağaçlar da yeşermeye başladı hafiften. Aah... Her şeye rağmen adalar ne güzeldir şimdi kim bilir...