İnsanların, yaşam yerlerini sürekli değiştirmek ve diğer türleri yurtlarından etmek konusunda özel bir becerileri vardır. Bugün olduğu gibi tarihsel geçmişte de bu yüzden farkında olmadan anormal koşullar yaratıyorlardı. Aslında, tüm uygarlık serüveni, insan ekonomisi ile yaşam biçimindeki değişikliklerin anormal koşulları ve birçok hastalığı nasıl yarattığının hikâyesidir.
İnsanların üst üste yığıldığı yerleşim yerleri, mikropların gelişmesi için son derece uygun ortamlardır. Bir kent, çöp yığınları yaratmada, suya pislik karıştırmada ve havayı kirletmede eşsizdir. İnsanlar, kendi çöplüklerinin yakınında yaşamaya başladıklarında, mikropların hedefi oldular ve çok sayıda hastalık edindiler. Kuraklık, nüfus patlaması gibi sebeplerden kıtlıkla tanıştılar. Toprağın sürekli sürülmesi ve ormanların yok edilmesi fareleri, sıçanları, keneleri ve pireleri insan topluluklarına daha yakın yaşamaya zorladı. Bu hayvanlar, yanlarında salgın hastalıklarla geldiler. Yüz binlerce insanın yaşadığı kentler ortaya çıktıkça, toplu ölümler de yaygın hale geldi. Salgınlar kentlerin nüfusunu azalttıkça, bazı kentler hayalet kasabalara dönüştüler. Hükümetler, din adamları ve siyasetçiler kentlerdeki nüfus azalmasıyla baş edebilmek için kırsal bölgelerdeki köylüleri genç yaşta evlenmeye ve çok çocuk sahibi olmaya teşvik ettiler.
İnsanlar, toplu ölümlerin nedenlerini uzun süre anlayamadılar. Savaşın, kuraklığın, kıtlığın, nemin bu dramlarda rol oynadığını ilk fark edenlerden biri Hipokrat’tı. Yunanlı hekim, bu etkenlerin herhangi birindeki ani değişimin salgınlara yol açtığına inanıyordu ve bir hekimin doğayı tanıması, insanın yiyecek ve içeceklerle, yaşadığı ortamla ilişkisini, bunların birbirleri üzerindeki etkilerini bilmeye çalışması gerektiğini söylüyordu. Hipokrat, hastalıkların, insanın ya da toprağın sağlığında büyük değişiklikler olması halinde ortaya çıktığını kavramıştı. Mikropları bilmiyordu ama işlevlerini seziyordu.
Salgınları insanların yarattığı şeklindeki Hipokratik düşünce 19. yüzyıl’da doktor Rudolf Virchow tarafından da dile getirildi. Virchow, mikroplar üzerine uzun incelemelerden sonra, hastalıkların en kısa tanımını yapmıştı. “Değişen koşullardaki yaşam”. Değişen koşullardan kastı çevreydi. Virchow, yaşam koşullarına müdahale edildiğinde, insanlar ile mikroplar arasındaki ilişkinin çoğunlukla ölümcül bir sonla neticeleneceğini öne sürdü. Ona göre, tıbbın işi mikropları avlamak değil, hastalıkları besleyen çevresel ve toplumsal etkileri ortaya çıkarmaktı.
Ortaçağ Avrupa’sında sağlık durumu denince akla gelen ilk konulardan biri salgınlardır. Bu dönemde insanlar, daha önce hiç olmadığı kadar, bulaşıcı hastalıkların oluşturduğu salgınlarla mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Tarih boyunca hastalık ve ölümleri etkileyen faktörler arasında; tarım toplumlarının gelişmesi ile insanların hayvanlardan geçen hastalıklardan etkilenmesi, yerleşik sisteme geçiş sürecinde temiz su bulma güçlüğü, farklı bölgelerde yaşayan insanların iletişiminin artması ve kentlerin kurulmasıyla insanların bir arada yaşanması sonucu gelişen büyük salgınların olduğu görülmektedir.
VEBA / KARA ÖLÜM
Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne neden olan etkenlerden biri; salgın hastalıkların, vebanın yaptığı tahribattı. Kara ölüm olarak bilinen vebanın ilk olarak İsa’dan 320 yıl kadar önce Filistin’de görüldüğü tahmin edilmektedir. Vebanın tarihte yol açtığı pandemilerden (geniş coğrafyayı etkileyen salgın hastalık) ilki Bizans-Konstantinopolis’te görülmüştür. 542 yılında Mısır’da başlayan bu salgın, ticaret yollarını izleyerek Sus ve Konstantinopolis üzerinden İrlanda’ya kadar yayılmıştır. 6. yüzyılın Romalı yazarı Procopius, etkisi üç yıl süren bu salgın sırasında Konstantinopolis’te günde 5-10 bin kişinin hayatını kaybettiğini belirtmiştir. Hastalığın kuzeybatı Avrupa’ya kadar yayıldığı, ancak dağınık ve küçük köylü topluluklarının çok fazla zarara görmediği tahmin edilmektedir.
770’li yıllara kadar Avrupa’da başka veba salgınları yaşandıysa da, sonraki 600 yıl boyunca başka salgın görülmemiştir. Justinyen zamanında görülen ilk salgın gibi ikinci salgın da Doğu’dan yayılmıştır. Büyük Veba Salgını, Kara Ölüm ya da Kara Veba olarak bilinen bu salgına yersinia pestis adı verilen bir bakterinin yol açtığı düşünülmektedir.
HASTALIĞA UYGUN KOŞULLAR
Ortaçağ boyunca devam eden uzun ve sıcak yazlar, kısa ve soğuk kışlar, köylüleri daha çok ürün yetiştirmeye ve daha çok çocuk sahibi olmaya teşvik etti. Avrupa nüfusu, 700 yılında iyi beslenen 25 milyon kişiden 1250’de 75 milyon aç insana çıktı. Aşırı nüfus artışının olduğu bu dönemde temizlik birincil bir konu değildi ve bir erdem de değildi. İlahiyatçılar kirliliği bir tür kutsallık biçimi olarak kabul ederken, azizlerin çoğu ellerini suya dahi sokmuyorlardı. Aziz Jerome, İsa’nın kanında bir kez yıkanmış olanların bir daha yıkanması gerekmez demişti ve hiç yıkanmadı. 13. yüzyılda kaba yünlüler giyiliyor, seyrek olarak yıkanılıyor ve çıplak uyunduğundan ısınmak için hayvanlarla ve akrabalarla birlikte yatılıyordu.
Felaketin ilk belirtileri, Avrupa’nın çok işlenmekten verimsizleşmiş topraklarında ortaya çıktı. Köylüler, giderek artan sayılarını besleyebilmek için ormanları yok ettiler, bataklıkları kuruttular ve dik dağ yamaçlarını ektiler. Daha çok tahıl ekebilmek için otlakları işgal edip inek ve koyunları yerlerinden ettiler, gübre üretimini azalttılar, ancak hasadı arttıramadılar. Toprak zayıflayıp aşındıkça mahsul giderek azaldı. Köylüler daha az yemek için daha çok çalışırken Avrupa’nın iklimi değişmeye başladı. Bu soğuma ya da ters sera etkisi, sonraları “Küçük Buzul Çağı” olarak adlandırıldı. Alplerdeki otlaklar buzullarla kaplandı, Thames nehri ve Baltık Denizi birkaç kez dondu. 1300’lerin ilk yarısında, erken bastıran donlar ürünleri birbiri ardına kırdı. Vebanın ortaya çıktığı 1348 yılına gelindiğinde, geçim krizi tüm kıtaya hâkim olmuştu.
Kentlere gelince, Ortaçağ Avrupa’sında, istilalardan korunmak için yüksek taş duvarlarla çevrili şehirlerin sokakları dar, kıvrımlı ve pisti. Üst üste inşa edilen evlerin tuvaletleri, akarsuyu, herkesin ayrı tabağı ve kaşığı, yeterince taze ve bol yiyecek yoktu. Pencereler tahta perde veya gazlı kâğıt ile örtülürdü. Basık tavanlı bu evlerde, kaz, ördek, domuz gibi hayvanlar insanlarla beraber yaşarlardı. Hayvanları beslemek için dövülmüş toprak olan yerlere yemek artıkları dökülür, lağım ve çöp tertibatı olmadığı için de her şey sokağa atılırdı.
HASTALIĞIN YAYILMASI
1330’larda dünya ikliminin değişimi ile sıcak ve kuru rüzgârların bakteri, pire ve hayvanları Moğolların yerleşim alanına sürmesiyle, hastalık Asya ve Avrupa’da yayılma fırsatı bulmuştu. Mikrobu taşıyan pireler aracılığıyla salgın, 1331’de Çin’e, ticaret yolları ve Moğol orduları aracılığı ile de 1346’da Kırım’daki Ceneviz kenti Kefe’ye yayılmıştı. Hastalıktan kurtulmak için Kefe’den kalyonlarla kaçan Cenevizliler salgını Avrupa’ya taşıdılar. Salgın, 1347 yılı sonunda Messina’da başlamış, Akdeniz üzerinden güney Fransa’ya, bir yıl sonra da kuzey Fransa ve güney İngiltere’ye ulaşmıştı.
Avrupalılar iki ayrı tür veba ile karşılaşmışlardı; hıyarcıklı veba ve akciğer vebası. Mikrobu taşıyan bir pirenin ısırmasıyla başlayan hıyarcıklı vebada, önce siyah bir leke oluşuyor, bunu koltukaltlarında, kasıklarda veya boyunda oluşan bübonlar (urlar) izliyor ve hastalık bir hafta içinde kurbanlarının yarısından fazlasını öldürüyordu. Akciğer vebası, mikrobun akciğerlere yerleşmesiyle ortaya çıkıyor ve burundan kan gelmesine yol açıyordu. Hastalığı taşıyan kişinin öksürüğünden ve tükürüğünden bulaşan bu veba türü, insanları yirmi dört saat içinde öldürüyor ve hızla yayılıyordu. Hastalığın, oluşturduğu yüksek ateş ve derinin mor-siyah renk alması nedeniyle Kara Ölüm adını aldığı düşünülmekteyse de ona bu adın verilmesi yarattığı büyük yıkım nedeniyledir.
Kentlerin düzensizliği ve pisliği, uzun süreli savaşlarla beraber yaşanan kitle hareketleri, sefalet, gittikçe artan, yolları çeşitlenen ve çoğalan ticaretle beraber veba Avrupa’ya yayıldı ve her Ortaçağ evinde çok sayıda olan kara sıçanlarla pirelere yerleşti. İki yıl içinde Avrupa’nın ahşap, toprak zeminli, saman dolgulu kulübeleri bu sıçanların tünellerine döndü. Avrupalılar vebadan ölenleri gömmek için büyük çukurlar kazmak zorunda kaldılar. Durmaksızın çalışan mezar kazıcıları da ölüler üzerine toprak atıyorlardı.
Salgın sırasında Avrupa’da seyahat etmek çok tehlikeliydi. Terk edilmiş gemiler Akdeniz’de başıboş yüzüyor, bir kıyıdan diğerine sürükleniyordu. Ürünler hasat edilemiyor, çiftlik hayvanları bakımsız kalıyordu. Kuzgun ve akbaba sürüleri gökyüzünü siyaha boyuyor, kurtlar Paris’in içlerine kadar girip daha gömülmemiş ölüler için köpekler, kediler ve domuzlarla boğuşuyorlardı. Bir kamu hizmeti olarak, Parislileri veba konusunda uyarmak için, çan kulelerine siyah bayraklar asılıyordu. Dilenciler ve evsizler, şehirlerdeki havayı temizlemek için portakal yaprakları, kâfur ve adaçayı yakılan büyük ateşlerin etrafında toplanıyordu. İnsanlar, dans edenlerin iskelet gibi giyindiği son moda bir dansı izliyorlardı. Dans eden kadavralar ise seyircilere, yakında ölü, çıplak, çürümüş ve kokuşmuş olacaklarını, iktidarın, şeref ve zenginliğin hiçbir anlamı olmadığını hatırlatıyordu. İnsanlar biraz olsun eğlenmek için veba ile ilgili fıkralar anlatan Budalalar Kumpanyasını izliyorlardı. Ne para ne de dostluk adına ölüleri gömecek kimse bulunamıyor, ebeveynler çocuklarını, kadınlar kocalarını terk ediyordu. Bazı kasabalar ve köyler bomboş kalmış, bazıları ise iyice ıssızlaşmıştı.
Büyük Ölüm süresince, ölüm o kadar sıradan bir hale gelmişti ki sanatçılar ona yepyeni bir kişilik verdiler. İskeletleri model olarak kullanan ressamlar ve yontucular, Ölümü canlı biri gibi tasvir ediyorlardı. Çoğunlukla ona alaycı bir gülüş yakıştırıyorlar ve köylüleri, bankacıları hatta kralları baştan çıkarırken resmediyorlardı. Sanatçılar genelde Ölümü elinde bir tırpan veya kum saatiyle betimliyorlardı.
BOŞ İNANÇLAR VE YAHUDİ KATLİAMLARI
Vebanın gerçek nedenini kimse bilmese de Avrupalıların çoğu çıkış sebebinin ilahî olduğuna inanıyordu. Birçok aristokrat kilisenin görüşünü paylaşıyordu. Bu görüşe göre “Tanrı, insanların günahları için dünyayı cezalandırıyordu.” Kilise, hastalığı yaygın ahlaksızlığa karşı Tanrı’nın gazabı olarak yorumlarken, aristokratlar, köylünün itaatsizliğinin hastalığa neden olduğunu söylüyorlardı.
Ortaçağın daha çok astrolog olan hekimleri ise yıldızlara bakarak Tanrı’nın takdiri kötü hava ve salgın yaratan buharların Mars ve Jüpiter’in yanlış dizilişinin bir sonucu olduğuna karar verdiler. Temkinli Floransalılar toplumdan ayrı yaşadılar ve yiyeceklerin en lezzetlisini yiyip şarapların en iyisini içtiler. Üyelerinin, dışındaki ölülerden ve hastalardan bahsetmelerini, onlara ilişkin bir şey dinlemelerini yasakladılar. Kendilerini içkiye verdiler, şarkılar söylediler ve olan biteni hafife almanın en iyi ilaç olduğuna inandılar. Bazıları, ölen komşularının cesetlerini görmemeye çalıştılar ve bitkilerin beyni temizlediğine güvenerek çiçeklerle ve baharatlarla korunmakla yetindiler. Hayatta kalmaya azimli olanlar, kendileri dışında hiçbir şeye aldırmadan kaçtılar. Halka öğüt vermek ve hastalıktan kaçınmak maksadıyla yazılan veba reçetelerinde, kan almak, müshil vermek, sirke içmek tavsiye ediliyordu. Bazı hekimler bübonları yararak hastalığı tedavi etmeye çalışıyorlardı.
Veba Avrupa’da yayıldıkça, korku dolu insanlar öfkelerini Yahudileri yakarak çıkartmaya çalıştılar. Orta Çağ’da, birçok meslekte çalışmaları yasaklanmış olan Yahudiler, rehincilik, tefecilik gibi işler yapıyorlardı. Veba kurbanları, Yahudileri kuyu sularını zehirlemek ve havayı bozmakla suçladığında, borçlular ve yoksullar Yahudi’leri kitleler halinde öldürmeye başladılar. Yahudi katliamı 1348 yılının baharında Güney Fransa’da başladı. Strasbourg’ta 100.000, Mainz’da 12.000 Yahudi öldürüldü. Zürih’te yaşayan bütün Yahudiler şehirden kovuldu. Yahudilerin cesetleri şarap fıçılarında Ren nehrine atılıyor, diri diri yakılıyor veya evlerinin kapı ve pencereleri örülerek ölüme terk ediliyorlardı. 1351’de Orta Avrupa’da neredeyse hiç Yahudi kalmamıştı. Avrupalı Yahudilerin çoğu Rusya’ya ya da Polonya’ya kaçtı.
TEDBİRLER ve HASTALIĞIN DENETİM ALTINA ALINMASI
Hastalığa karşı önlemler yerel, alınıp alınmamaları da toplulukların isteğine ya da enerjisine bırakılmış olduğu sürece salgının insan ve mallarla taşınmasına yetecek boşluklar her zaman vardı. Tüccarlar, insanların ve malların hareketlerine konacak yasakların ticareti azaltacağını hatta yok edeceğini söyleyerek önlemlere karşı çıkıyorlardı.
Avrupalılar, veba ile birkaç yıl geçirdikten sonra salgının zenginlerden çok yoksulları tercih ettiğini fark ettiler. Kötü beslenen yoksul halk, mikroba hiçbir direnç gösteremiyordu. Farelerin kaynadığı toprak evlerde yaşıyorlardı ve vebadan kaçacak maddi güce sahip değillerdi. Zenginler için vebadan korunmak, ülkeyi terk etmekti. Erken bir ölümden kurtulmak için şehir dışında villalar satın aldılar ve boşalttıkları kent evlerine dönmeden önce konutlarını sülfürle dezenfekte edecek tütsücüler tuttular. Evler ilaçlandıktan sonra birkaç haftalığına eve yoksul bir kadın yerleştiriliyor, kadının ölmesi halinde evin sahibi kır evinde oturmaya devam ediyordu.
Yerel yetkililer yayınladıkları genelgelerle salgının önüne geçmeye çalıştılar ve pazar alanları her akşam temizlenmeye başladı, içinde et ve balık bulunan tablalar fırçalandı, pazar yerinin etrafına çöp atmak yasaklandı ve belediye tarafından işletilen hamamlar açıldı.
1350 yılında, Paris sokaklarında domuzların dolaşması yasaklandı, 1356 yılında ilk kanalizasyon yapıldı ancak çöplerin sokağa ya da Seine nehrine atılmasını önlemek için XVI. yüzyıla kadar tüzükler çıkarılmaya devam etti. Karantina, bugünkü anlamda ilk kez 1377 yılında Adriyatik kıyısındaki Ragusa şehrinde uygulanmaya başlandı. Doğu’dan gelen bütün gemiler bu iş için ayrılmış limanlarda tecrit edildi. Yolcular ve gemiciler kırk gün boyunca bu limanlarda alıkonur, karaya çıkmalarına izin verilmezdi.
Gemilerin “quaranti giorni” (kırk gün) boyunca alıkonması geleneği kısa sürede Avrupa denizciliğinin standart uygulamaları arasında yerini aldı. Milano’da yetkililer, hastaları açlıktan ya da vebadan ölsünler diye evlerine hapsettiler ya da vebaya yakalanmış olanları şehir dışına sürdüler. Birçok Avrupa şehri, Milano ve Venedik örneklerini benimsedi ve insanları bulaşıcı illetlerden korumak için bir veba bürokratları sınıfı yarattı. Bu salgın hastalık savaşçıları arasında belediye hekimleri, ölü kaldırıcılar, mezar kazıcılar, ev bekçileri ve tütsücüler bulunuyordu. İlk halk sağlığı yetkilileri, ticareti yasaklama, hastaları tecrit etme, ölüleri gömme, evleri ilaçlama, özel mülkleri yakma, fuarları ve sokakları kapatma, işbirliği yapmayanları tutuklama yetkileriyle donanmışlardı.
Veba savaşçılarının en korkusuzları mezar kazıcılardı. Köle kalyonlarından toplanan bu kişiler sokaklarda dolanıyor, ölüleri kaldırıp gömüyorlardı. Kimseyle konuşmuyor, şehrin ayrı bir bölümünde yaşıyor ve yaptıkları işin niteliğinden ötürü yığınlar halinde ölüyorlardı. Sık sık zenginleri soyuyor, rüşvet almazlarsa ölülere hurda eşya muamelesi yapıyor ve işlerini hızlandırmak için hastaların boğazını kesiyorlardı. Cesetlerin vebalı elbiselerini çıkartıp üzerlerine geçirme alışkanlıkları diğer sağlık yetkililerini rahatsız ediyordu.
Yoksullar, ayak bileklerine ziller takıp ölüleri ve hastaları veba evlerine taşıyan ölü kaldırıcılarla da mücadele etmek zorundaydı. Bunları, üzerlerinde kızıl haç işareti bulunan beyaz elbiseli tütsücüler izliyordu. Ölülerin evini sülfürle dezenfekte ediyorlardı ve üzerinde veba mikrobu olması muhtemel her şeyi yakmakla görevliydiler. Ancak en kötüsü veba evleriydi. Zenginler villalarına sığınırken, halktan hastalar kalabalık hastanelerde yirmi ila seksen gün arasında değişen sürelerde tecrit altına alınıyorlardı. Bazı veba evleri, hastaları ve hastalığa yakalanmış olma ihtimali olanları farklı odalara yerleştiriyor, bazılarıysa hepsini aynı yere koyuyordu. Veba evlerinin birkaç battaniyesi ve çok az erzakı vardı. Hastalar soyuluyor ve zehirleniyorlardı. Yoksullar bu kurumlara yerleştirilmesinler diye hastalarını sakladılar ve ölülerini gizlice yaktılar. Birçok kadınsa tecavüz ya da benzeri şiddete maruz kalmamak için intiharı seçti. Hastalığa karşı örülen bu duvarların adaletsizliğine rağmen, halk sağlığı programları tecrit edilmiş kasaba ve şehirlerde vebanın ilerleyişini durdurdu. Çöp toplama ve pazarlarda satılan etlerin denetlenmesini başlatanlar veba savaşçılarıydı. Gelişen halk sağlığı hizmetleri ve halk sağlığı kurumları hastalığı geriletti ama Avrupa’dan söküp atamadı.
III. SALGININ ETKİLERİ
Salgının ekonomik, siyasi ve kültürel sonuçları onu bir hastalık düzeyinden tarihsel bir olgu düzeyine çıkarmıştır. Birçok yazar ve düşünür nüfus artışını engellemesi nedeniyle günümüz Avrupa’sının refah düzeyini olumlu yönde etkilediğini, feodalizmi yıktığını, kent mimarisini değiştirdiğini, halk sağlığına katkı yaptığını ve ormanları koruduğunu söylemektedirler.
Papa IV. Clement’ın ölü sayıcılarının tahminlerine göre, 1348-1351 yılları arasında Kara Ölüm 23.840.000 insanı, Avrupa nüfusunun 1/3’ünü ortadan kaldırdı. Fransa nüfusunun yarısı, İngiltere nüfusunun üçte biri vebadan öldü. 1348-1350 yılları arasında İtalya nüfusunun %60’ı öldü. Paris’te 50.000, Londra’da 100.000 kişi hayatını kaybetti. Marsilya’da, bir ayda 56.000 kişi öldü. Bu kadar çok ölüye şehir mezarlıklarında yer bulunamadı. Üst üste yığılan cesetlerden yayılan koku, yerel yetkilileri şehir dışında yeni mezarlıklar açmaya zorladı. Birçok şehirde işçiler, ölülere yetişecek kadar hızlı çukur kazamıyordu. Bazı çukurlara 15.000 ceset yığılmıştı. Yoksul ölüler on metre derinliğinde isimsiz çukurlara gömülüyordu.
Veba, Ortaçağ toplumunda yaşamı her yönden değiştirdi. Alaşağı edilen ilk kurum feodalizm oldu. Köylülerin toplu ölümleri emek kıtlığına yol açtı ve işsizliğe son verdi. Korkuya kapılan toprak sahipleri ücretleri iki katına çıkardılar. Topraklarını böldüler ve daha önce ömür boyu emeğine sahip olduklarını düşündükleri insanlara kiraladılar. Köylüler, daha iyi çalışma koşulları için seslerini yükseltmeye başladılar. Veba sonrası emek pazarı, köylüler ile toprak sahipleri arasındaki geleneksel saygı bağını kopardı. Nüfusun azalması, Avrupalı tüccarları dünyanın başka yerlerinde yeni müşteriler aramaya itti. Kıtanın azalan nüfusu ve dağılan pazarları, bu girişimcileri yeni pazarlar ve tüketiciler bulmaya yöneltti.
Bazı iş kollarında çalışan işçi sayısının azalması ve sanayi mallarına talebin artması, saatlere ve programlara yepyeni bir önem kazandırdı. Veba sonucu, Brandenburg’da hayatta kalan işçilerin maaşları öylesine yüksekti ki haftada iki gün çalışarak geçinebiliyorlardı. Bazı Hollanda kasabalarında ise tekstil işçilerinin sayısı o kadar azdı ki kendi çalışma saatlerini kendileri belirliyorlardı.
Kırsal alanda ise toprağı işleyenlerin yok olması, dramatik sonuçlara yol açtı. Daha az köylü, daha çok ot ve daha çok ot yiyen demekti. Başıboş sığırlar ve koyunlar hızla çoğaldılar. Köylüler memnundu. Toprağın aksine, hayvanlar daha az bakım istiyor, ciddi bir gelir sağlıyordu; ayrıca yemek de oluyordu.
Veba öncesi feodal üretim biçiminin yoğunlaşma süreci çevreyle ilgili sınırlarına dayanmıştı. Kara Ölüm, Avrupa’nın harap edilmiş ormanlarına kendilerini toparlama fırsatı verdi. Avrupalılar, 1200 yılına dek o kadar çok ormanı yok etmişlerdi ki kıta neredeyse çöle dönmüştü. 1300’lerde ise odun kıtlığı öyle ciddi bir boyuta erişmişti ki ağaç kesmek ölümle cezalandırılır olmuştu. Veba ile birlikte ağaçlar tarla ve otlakları yeniden doldurmuş, toprak dinlenip iyileşmişti.
KİLİSEYE ETKİSİ
Veba, kayda değer sayıda din adamını da etkiledi. Hastaların çağrısına cevap veren din adamları da hastalığa yakalandılar. Veba mikrobu kiliselerdeki fare ve pireler arasına yerleşince, çok sayıda rahip ve rahibeyi öldürdü. Almanya’da din adamlarının üçte biri, İngiltere’de ise yarısı salgına yenik düştü. Bu kadar çok din adamının ölümü, Latincenin Avrupa’daki egemenliğine son verdi. Bu dili konuşan din adamlarının azalması karşısında kilise, kadrolarını yaygın dillerde konuşup yazabilenlerle doldurmak zorunda kaldı. Mahkemelerde, kiliselerde ve üniversitelerde yerel diller hâkim oldu. Küçük bir grubun tekelinde olan öğrenim, sıradan insanlara ulaştı.
Veba, kilisenin otoritesini de zayıflattı. Müminler hastalık karşısında rahiplerin aciz kaldığını gördüler. Papazlar, ölüleri gömmeyi ve günah çıkartmayı reddettiler. Vebadan kaçıp kiliselerini terk ettiler ve çıkarlarının peşine düştüler. Bu süreçte dinsel görevler terk edildi; kiliseler açıktı ancak günah çıkarma yapılmıyordu. Bu yüzden, birçok Hıristiyan kilisenin bayağılaştığına karar verdi. Ölen ya da kaçan din adamlarının yerini alanların çoğu ne güvenilir ne de kutsaldı. Binlerce yetersiz din adamı kendilerini bir anda yetkili mevkilerde buldular. Din adamları arasındaki bu yozlaşma, kilisenin Avrupa’daki itibarını kaybetmesine neden oldu. İnsanların hayal kırıklığı da Reform’la sonuçlanan hoşnutsuzlukla kendini gösterdi. Vebanın öldürme becerisi, işe yaramaz ve güçsüz kilisenin aracılığı olmaksızın Tanrı’yla doğrudan konuşma biçiminde bir devrim gerçekleştirdi. Martin Luther bu fikri savunurken, Katolik karşıtlarının tersine, vebanın kimseyi ayırmadığını vurguladı.
Feodalitenin başatlığını kaybetmesi Papanın da siyasi etkisini kaybetmesini beraberinde getirdi, ruhani ve dünyevi iktidarların ayrılığı ilkesini ve dünyevi iktidarın imparatora ait olduğu düşüncesini ortaya çıkardı. Sınır ve gümrük denetimlerinin salgının yayılmasını engelleyici etkenler oldukları göz önüne alınarak uluslaşma ve merkezi yönetim çağın aydınları tarafından tartışılmaktaydı. Kara ölüm ve Yüzyıl savaşları ortamında senyör-kilise ittifakı engizisyonun şiddetlenmesini gündeme getirdi. Bu ittifakın karşısında olan her şeyi cezalandırma yoluna gidildi ve cadı avlarına başlandı. Kilise, en bilinen simgesel ifadesini VIII. Henry’de bulacak olan bu süreç içerisinde gücünü yitirecek ve parçalanacaktı.
TIP ALANINA ETKİSİ
Vebanın etkilediği tek meslek grubu din adamları değildi. Hekimler de hızla itibarlarını yitirdiler. Dürüst bir hekimin önerebileceği tek reçete “Fugo cito, vade longe, rede tarde” yani çabuk kaç, uzağa git, hemen dönme idi. Hekimler, hastalık kapma korkusuyla sivri gagalı maskeler takıyorlar veya hastalara bakmaya gitmiyorlardı. Bazı hekimler ise hastalarına bir işe yaramayan uzun dualar, muskalar, baharatlar ve kan akıtma şeklinde veba reçeteleri dağıttılar. Hastalarını tedavi ederken hayatlarını da kaybettiler.
Ortaçağ’da İtalyan ve Fransız tıp okullarında yetişen öğrenciler, üç yıl mantık, beş yıl tıp okur, bir yıl süre ile tecrübeli bir hekimin yanında staj görür ve ancak bundan sonra kendilerine “doktor” unvanını verecek olan sınavlara girmeye hak kazanırlardı. Latince konuşan, kibirli ve hasta muayenesinden çok teorik tartışmalara önem veren uzun elbiseli, siyah külahlı bu hekimler toplum içerisinde saygın bir yere sahiptiler. Kiliseye bağlı olan bu hekimler cerrahi müdahaleleri küçümser, bu görevi emirleri altında olan berber-cerrahlara bırakırlardı. Kiliseye bağlı olmayan bu cerrahlar, okuma yazmaları olmayan, ustura kullanmakta edindikleri beceri sayesinde çıbanları yarmayı öğrenmiş kişilerdi. Hekimler hastalığın kendisine bulaşacağı korkusu ile hastanelerden uzak durup hastanelerde kalan bu cerrahlara yapılması gereken tedaviyi sokaktan bağırarak anlatıyorlardı.
Salgın hastalıklar tıbbın bir bilim olarak henüz yetersiz olduğunu gösterirken, halk sağlığı kavramının da temellerini attılar. Almanya ile İtalya’nın şehir devletlerinde tüccarlar ve soylular, sağlık heyetleri ve veba evleri kurdular; karantina uygulayıp vebanın ilerleyişini izlemek amacıyla ayrıntılı ölü kayıtları tuttular. Sağlık hizmetlerinin gelişmesi ve açılan kurumlar, hastalığın ilerlemesini Avrupa’da tamamen yok etmese de durdurdu.
1348’de Venedik hastalık taşıyan gemileri, insanları ve malları bir adada tutmak üzere bir Üçler Komitesi atayarak bu politikaya öncülük etti. Karantina merkezlerinde hamallar yünlüleri güneşe yayıp havalandırdılar, tüylü hayvanları sirkeyle yıkadılar. Komite, bir günde yaklaşık 600 kişinin hastalıktan ölmesi üzerine karantina kurallarına uymayanlara ölüm cezası uygulamaya başladı.
SONUÇ
Ortaçağ boyunca Avrupa’da insanlar bulaşıcı hastalıkların oluşturduğu salgınlarla mücadele ettiler. Salgınlar, nüfus kaybı ile birlikte ekonomik ve sosyal açıdan toplumda büyük bir tahribata neden olurken; bulaşıcılık fikrinin gelişmesi, toplum sağlığı alanında yeni politikaların oluşturulması ve bakım hizmetleri veren kurumların açılması gibi noktalarda koruyucu sağlık hizmetlerinin gelişmesine yönelik atılan adımlarda ön ayak oldu. Bunu yanında, insanlar artık rahiplere güvenmemeye ve geç evlenmeye başladılar. Üçünün mikroplarca öldürüleceğini bildiklerinden ortalama beş çocuk yapıyorlardı.
Avrupa’nın bu çağdaki durumu, etkisini 18. yüzyıla kadar sürdürecek ekonomik ve sosyal duraksamalara yol açtı. 60 milyonluk nüfus azalması, Avrupa nüfus artışının 150-200 yıl süreyle duraklamasına neden oldu. Bazı araştırmacılar, veba olmasaydı, Avrupa nüfus artışının dört yüzyıl önce başlayacağını ve belki de açlığın nüfus artışının önlenmesinde vebanın yerini alacağını iddia ediyorlarsa da sonuçta bu rolü üstlenen veba olmuştur.
Hastalığın engellenmesi amacıyla kısıtlanan, zaman zaman yasaklanan insan ve mal hareketleri sonucunda ticaret tümüyle durma noktasına gelince Avrupalı tüccarlar dünyanın başka yerlerinde yeni müşteriler aramaya yöneldiler. Yeni pazarlar ve tüketiciler peşindeki bu ekonomik arayışa katlanan diğer ülkeler daha sonra buna emperyalizm adını vereceklerdir.
Veba, ulusal sınırların oluşmasını ve salgınlara karşı korunmada merkezi ve disiplinli önlemler alınmasını sağladı, koruyucu sağlık düşüncesinin ve bu konuda verilecek hizmetlerin yapılanmasına da öncülük etti. Zorla uygulanan sağlık önlemleri, hastaların tecrit edilmesi ve karantina örgütlerinin kurulması 14. yüzyılda veba salgınları ile başladı. Hastalıkla mücadele için toplumsal tedbirlerin önemi bu sayede fark edilerek bu konularda düzenlemeler yapıldı. Avrupa’da ekonomik ve sosyal hayatın tümüyle duraklamasına yol açan veba, en önemli olumlu katkısını başta tıp bilimi olmak üzere, canlılarla ilgilenen bilimlerin gelişmesine yaptı.
Salgınlar, insanların doğa konusundaki düşüncesini de değiştirdi. Bir zamanlar saygı duyulan doğa, artık korkulan ve mücadele edilmesi gereken bir düşmandı. Bilim adamları, hekimler, ekonomistler ve kâşifler yüzyıllardır kendilerini, insanlığın gelişmesini engelleyecek doğal güçleri yok etmeye ya da zayıflatmaya adadılar. İnsan soyu demiryolları, barajlar, motorlar, antibiyotikler ve atom bombalarıyla doğayla savaştı. Bugün, doğaya karşı bu savaşı veren insanlar, nükleer kış, küresel ısınma ve çevre kirliliği gibi tehditlerle yüzleşmek zorunda. Ancak, bizi bu karanlık günlere getiren modern düşüncenin tohumları, 1348 yılının kıtlık ve hastalık günlerinde fareler ve pirelerle atılmıştı.
KAYNAKÇA
Eserler
ARDA Berna, Batı Orta Çağı’nda Hastalık Kavramı, Güneş Kitapevi, Ankara, 1997,
ATABEK EMİNE, Ortaçağ Tababeti, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yayınları, 1977
Braudel Fernand, Civilisation matérielle, économie et capitalisme, XVe - XVIIIe siècle, Livre de Poche, 1993, Paris
EREN Nevzat, Çağlar Boyunca Toplum Sağlık ve İnsan, Ankara, 1996
ERSOY Tolga, Tıp, Tarih, Metafor, Öteki Yayınevi, 1996, Ankara,
HARRİS Marvin, Yamyamlar ve Krallar, Kültürün Kökenleri, İmge Yayınları, 1994, İstanbul,
HUBERMAN Leo, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, Bilim Yayınları, 1976, İstanbul
LE GOFF Jacques, Les İntellectuels au moyen age, Edition de Seuil, 1957, Paris
LEWİS Paul, Tıp Tarihi, Khalkedon Yayınları, İstanbul, 1998
LYONS Albert / PETRUCELLİ Joseph, Medicine An Illustrated History. Harry N. Abrams, New York, 1978
NİKİFORUK Andrew, Fourth Horseman: A Short History of Epidemics, Plagues, Famine, and Other Scourges, Penguin Group, Canada, 1991
Pirenne Henri, Ortaçağ Kentleri, İletişim Yayınları, 2011, İstanbul
POİNTİNG Clive, Dünyanın Yeşil Tarihi, Çevre ve Büyük Uygarlıkların Çöküşü, Sabancı Üniversitesi, İstanbul, 2008
TANİLLİ Server, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, İnsanlık Tarihine Giriş, II. Ortaçağ, Say Kitap Pazarlama, 1986, İstanbul
Süreli Yayınlar
Flinn M.W, “Avrupa ve Akdeniz Ülkelerinde Veba” Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı 39, Mart 1987, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 25-30
Ziegler Philip, Veba, Tarih Mecmuası, Sayı 3, Nisan 1972, Hayat Yayınları, İstanbul, s. 33-35