Sevgili Adalı Dergisi Dostlarım,
Ağustos 2017 sayıdaki yazımda denizin iyi ve kötü cilvelerinden bahsetmiştim. Arada geçen günler zarfında, yağmur tepemize öyle bir indi ki, sanki deniz göğe geziye çıkmış, geri dönüyordu.
Hepimiz yaşadık o anları: Gündüz vakti, gece yaklaşıyormuş gibi hava karardı, rüzgâr şiddetlendi, gök gürledi, şimşekler çaktı, fırtına esti ve yağan yağmur ile dolunun altındaki kiremitler parçalandı, arabalar ezildi, camlar kırıldı ve ardından, yollarda birikerek yükselen suların insanı boğabileceğini gördük.
Benim gibi 1931 yılı civarında doğanlar, İstanbul’u bilir; sonra doğanlara anlatayım:
O yıllarda, surlarla ve sularla çevrili Antik İstanbul’a inen yağmur, Ulu Tanrının yarattığı yedi tepe sayesinde, birikmeden, “hattı bala”larından kolaylıkla denize ulaşırdı. 1951-52 yıllarında Yedek Subay Okulu’ndaki eğitimimizde, arazi engebelerini belirlememiz için, yağmur suyunu etrafına ayrıştıran tepelere “Hattı Bala” (doruk çizgisi) ve bu suları toplayan vadilere de “Hattı İçtima” (toplanma çizgisi) adı verilirdi. Osmanlıca bilmeyenler için yeni terimleri verdim.
Fakat bana öğretilen eski terimlerden bir türlü kurtulamadım. Öğretmenlerim, keskin kalemlerle kazmışlar beynime bunları; dolayısıyla yeni kelimelere bir türlü alışamıyorum. Belki de eski kelimeleri kullanmakla, kendimi, o gün gibi genç hissediyor, Büyükada’da yağan yağmur suyunu sarnıçlara yönlendirme şenliğini yaşıyor ve yeşeren tabiatın uyanışı ardından hafifleyen havanın ferahlığındaki nem kokusunu, çiçek kokusunu ve bilhassa toprakla karışımından yayılan enfes rayihayı soluyabildiğim günlerimi anımsıyorum.
***
Yaşıtlarım hatırlar, Pera tabir edilen Haliç’in doğusunda, bir zamanlar nehir denilebilecek genişlikteki Kâğıthane deresinde teknelerle gezilir, kürek çekilirdi. Şişli-Gültepe hattı balasından inen yağmur suları, bu geniş dere sayesinde kolaylıkla Eyüp’teki hattı içtima koyuna iner, altın renkli, mavi renkli gözbebeğimiz Haliç’in suları bu gelen taze su sayesinde yıkanır, tertemiz dudaklarıyla Marmara’yı öperdi.
Aynı hattı baladan batıya yönelen sular ise Dolapdere’nin, dere olduğu zamanın vadisi sayesinde, Kasımpaşa’ya ulaşarak Haliç’e dökülürdü. Kasımpaşa Deniz Komutanlığı binasından içlere doğru, taa Çağlayan’a ayrılan kavşağa kadar olan bugünkü dümdüz cadde, boydan boya nehir genişliğinde bir akarsu idi ve sağ yoldan sol yola, köprülerle geçilirdi.
Sonraları bu dereyi, kocaman beton plakalarla örtüldüğünü seyretmek için Şişhane’deki okulumdan erken çıktığım günlerde koşa koşa Kasımpaşa’ya iner, çalışmaları takiple kafamı dinlendirir, sonra da oflaya puflaya yokuşu çıkarak Tepebaşı’ndaki evime dönerdim.
Ulus diye bir semt yoktu. Hatta bugünkü Ulus Musevi Mezarlığı, Arnavutköy mezarlığı olarak anılırdı. 1944 yılında vefat eden dedemin cenazesi, Arnavutköy sahilinden, incir, dut ağaçları arasındaki çilek bahçelerinden geçirilerek, yaya olarak, dere yatağını takiben, tepeye taşınmıştı. Suların kabardığı günlerde ise mezarlığa gidilemezdi. Zira Şişli’den sonra iskân yoktu, tarlalar vardı, zengin Mecidiyeköy dutlukları vardı.
Levent dahi yoktu. Hiç unutmam, babamın Akşehir’de subay olarak doktorluk vazifesini ifa ettiği 1944-45 yıllarında, aynı birlikteki subay arkadaşı Doktor Aşer’in Ortaköy, Dereboyu’nda oturan ailesinin, annemle irtibatını ben temin ederdim. Tepebaşından o eve gelip gittiğim günleri anımsıyorum: Zincirlikuyu-Levent hattı balasından inen yağmur suları, Korukent vadisini kazarak sürüklediği çamuruyla bugünkü Teşrifatçı Hacı Mahmut Camii yöresindeki hattı içtimada bataklık teşkil eder, dinlendikten sonra yönünü boğaza çevirirdi. Yağmurlu günlerde gümbür gümbür akan bu dere yatağının karşılıklı iki tarafında bulunan evlere, ahşap köprücüklerle geçilirdi. Yıllar sonra üstü tamamıyla örtülen bu akarsu, bugün Dereboyu Caddesi olarak bilinen kara yoluna dönüştürüldü. Levent çamurunu Boğaz sularına kavuşturan deltasıysa, zamane gençlerimizin Ortaköy sahilinde ‘kumpir’ yedikleri platformunun altında kaldı.
Anadolu yakasına bakacak okursak, büyükannemim Yeldeğirmeni’ndeki evine gittiğim günlerde, o tepeden Haydarpaşa Tren İstasyonu’nun yakınına inen deredeki sularla eğlenerek oyalandığımı hatırlıyorum. Haydarpaşa-Kadıköy arası dolmuş yapan kayıkçılar, fırtınalı günlerde o derenin içlerine sokularak sığınırlar, hatta gecelerlerdi.
Yeldeğirmeni semtinin güney yamaçlarından inen sular ise, şimdi Salıpazarı denilen eski Kuşdili çayırında, geniş ve mümbit bir bataklık meydana getirdikten sonra Kurbağalıdere’ye kavuşurdu. Bu derenin esas membasını aramaya kalktığım günlerden bir akşamüstü, kurbağaların serenatlarını dinleyerek içerlere doğru takip ettiğim bitmez tükenmez sağlı sollu kıvrımlarda oyalanırken, birden karanlık bastığını ve bir ormanda kaybolduğumu anımsıyorum.
Ortaokulda iken, baharın geldiğini müjdeleyen ilk sevinçli gün, resim-elişi öğretmeni Bayan Gerşon’un bizi Anadolu Hisarı’nın mesire yerine götürmesiydi. O gün sabahtan okuldan çıkar, uygun adım yürüyüşüyle Köprü’den kalkacak vapura binip Anadolu Hisarı’na ve oradan, mesire yerine ulaşırdık. Yemekten sonraları, öğretmenimiz, talebelerini yanına alarak, Göksu Deresi’nin kenarı boyunca yamaçtan yukarı yürüterek, çamur satan çömlekçiye götürürdü.
Yöre toprağının verimliliğini, yağmurun bereketini, akarsuların faydalarını, tabiatın güzelliklerini, bitki çeşitlerinin insanlara nasıl hayat verdiğini, o gezilerde anlatırdı bizlere.
***
Büyükada’nın akarsularını hatırlamıyorum; belki de yoktu. Çünkü yağmurlu günlerde tüm yollarımız, dereye dönüşürdü. Daha doğrusu, merkepler ve insanlar, yağmur sularının yarattığı yarların izlerini takiben, oralarını eze eze yürümeleriyle, Ada’nın demir oksitli kırmızı toprağını kiremit sertliğine çevirir, kızgın güneşin altında pişen bu tabaka sayesinde, iş makinelerine gerek kalmadan bayındırlık işleri tamamlanmış olurdu. Bu ezilen ‘keçi yolları’, sonraları Ada’nın sokak ve caddeleri oldu. Bu vesileyle, ‘Bir Zamanlar Büyükada’ kitabımdan bir alıntı:
“Soluk benizli çilli yüzümün kompleksimden olsa gerek ve özellikle de top oynayamadığımdan, kendimi ispatlamak için başka yollar denerdim. Sabırsızlıkla sağanak yağmurların yağdığı günleri bekler ve mantardan yonttuğum veya kâğıttan hazırladığım kayıkçıkları, kuvvetli yağmur altında, Çankaya Meydanı’ndan yokuş aşağı inen suların akıntısına bırakıp arkalarından koşar, sırılsıklam olmayı umursamadan iskeleye kadar onları takip eder, sahile vardıklarında denize kavuşmalarına meydan vermeden yakalar, sık sık çakmakta olan şimşek ve şiddetli gök gürültülerine rağmen yokuşu koşarak Çankaya’ya döner ve gemiciklerimi tekrar akıntıya bırakırdım. Üşenmeden ve üşümeden bu yarışı defalarca tekrarlayarak kahramanlık taslardım. Yağmurdan dolayı evden çıkamayan çocuklar, beni balkonlarından seyredip alkışlardı. Arkadaşlarımın çoğu denizden çıktıktan sonra ıslak mayoyla kaldıklarında üşümekten dudakları morardığı halde benim ıslak giysilerimle nasıl da üşümediğimi sorduklarında, cevabım kısacıktı: “Büyük babam Sular İdaresi’nde çalışıyor da ondan!”
***
Şimdilerde, bereketli yağmurlar, felaket getiriyor. Güya mevsimler değişmiş; “yok kâinat ısınmış”, “hayır dünya soğumuş” mazeretleriyle suçlu aranıyor. Bence Karadeniz ve Marmara suları, aynen eskiden olduğu gibi sıcakta buharlaşıp soğuk hava ile karşılaşınca yağmura dönüşmektedir. Lakin şimdilerde, yere indiğinde, nispi de olsa, ağaç veya toprak tarafından emilmediği, çekilmediği için, çatılara, çelik levhalara, yansıtıcı camlara, betonlara, asfaltlara çarpınca, tüm yükü ile vuruyor, önüne çıkan her şeyi eziyor, facialara sebep oluyor.
Atalarımız, yağmurların evlere zarar vermemesi için, sokak ortalarına V harfine benzer eğimler vermekle, suların merkezden akmasını ve Arnavut kaldırımı şeklinde döşedikleri taşların arasında kalan toprak derzleri sayesinde de yol kenarındaki ağaç ve bitkilerin beslenmesini sağlamaktan başka, binalara iki-üç basamak çıkılarak girilirdi.
Sonraları bu yollar, motorlu ve ağır vasıtalar için bombe olarak betonla kalınlaştırılarak yükseltildiğinden dolayı, şimdi aynı binaya bir-iki basamak inilerek girilmekte ve yıllar geçtikçe yapılan kaplama ilaveleriyle, zemin katlar gömülmekte, su baskınlarına davetiye çıkarmakta...
Benim yaştakilere sorabilirsiniz, unutulacak gibi değil: İstanbul’un tüm caddelerini, sokaklarını kaplayan O granit taşlar nerede, O granit taşlar ki, dedelerimiz tarafından, 20 kura nafıa askerleri tarafından, kader mahkûmlarımız tarafından, el emeğiyle, alın teriyle, çekiçle, keskiyle, parmak yordamıyla yontulmuştu. Ne gereği vardı O aşınmaz, güneşte, yağmurda kristal gibi parıldayan, güzelim taşları yok etmenin? Ve de uzun kaldırım bordürlerini çöpe atmanın? Günahları ne idi?
Avrupa’nın, ileri medeniyet seviyesindeki birçok şehrinde bu tür parke taşı döşemeleri halen kullanılmaktadır. Yağmur, derzler sayesinde kısmen emilerek sel felaketini önlemekte, altındaki toprağı sulandırmakta, yol kenarındaki bitkileri beslemekte ve de yeraltı onarımı gerektiğinde, sökülüp tekrar aynen dizilebilmektedir.
İlla ki çimento kullanmak mantığıyla, sahne dekoruna benzer, birçok meydan, cadde ve sokak, bu desendeki kalıplarla, duvardan duvara betona kaplanmaktadır. Yeraltı tamir gerektiğinde ise vibratörle açılan çukur, onarımdan sonra kapatıldığında dahi, çöküntüde biriken pislik ve moloz eksik olmuyor.
Temmuz 2017’de İstanbul şehrine gökten inen suların bir suçu var mıydı? Metroları yeraltı mağara şelalesine anımsatan sular, suçlu muydu? Otoyolları nehirlere çeviren yağmur, suçlu mu? Veya doğduğum yıllarda yedi yüz on bir bin kişi olan İstanbul nüfusunu, on beş milyona çıkarmakla suç mu işledik?