Yanı başımızdaki ufacık bir kayalık İstanbul’un her gün artan kalabalığına, günden güne genişlemesine, kirlenmesine adeta tek başına direniyor. Hâlâ deniz kuşlarına ev sahipliği yapıyor, hâlâ kıyı balıkçılarının ümidi oluyor. Prens Adaları’nı oluşturan adaların en küçüklerinden birisi... Ama hâlâ eski adıyla anılıyor; Neandros. Sanki geçmişin anısını hatırlatır gibi.
Dilimiz, aslında birbirimizin duygularını, düşüncelerini ve isteklerimizi anlatma aracımız. Toplumumuzdaki özellikler, dilimizdeki benzetmeler, aktarmalar, deyim ve atasözleri ile ortaya çıkıyor. Bunun izlerini çevremizdeki ağaçların, balıkların, semtlerin, adaların, sokakların isimlerine bakınca anlıyoruz.
Büyükada, Heybeliada isimleri bu adalara çok yakışıyor, ama bunun yanında karşı kıyıdaki Dragos’un, artık dilimizde başka bir isim alması çok güç, kuşaklar boyunca bu isim ile gelmiş ve artık dilimize yerleşmiş. Aynı şekilde örneğin, İstanbul’un Karadeniz kıyısındaki ünlü kumsalı Kilyos, bir başka isimle anılabilir mi? Denizlerimizdeki balıklarımızın isimleri ise bunun en çarpıcı örneklerini verir; Kılıçbalığı, Köpekbalığı yanında Orkinos, Kayabalığı yanında Lipsoz ve diğerleri. Türkçe isimler, çok eski çağlardan taşınmış isimler ile karışmış ve bugünkü dilimize girmişler. Onları oradan çıkarma çabası çok gereksiz. İstanbullu bir balıkçının bu balıkları başka isimlerle dile getirmesi mümkün mü?
Aynı şey, İstanbul’un bu ünü büyük ama kendi küçük kayalık adası için de geçerli. Bir dönemler üzerinde yaşayan ada tavşanları nedeniyle adı “Tavşan Adası” olarak kabul edilmiş. Bunun yanında “Balıkçı Adası” olarak da biliniyor. Hatta haritalarda bu isimler ile belirtiliyor. Ama ben, adalarda hiçbir balıkçının, tekne sahibinin, dalgıcın bu ada için Neandros isminden bir başka isimle anıldığını görmedim. Aynı Lipsoz gibi, orkinos gibi, orfoz gibi balıklarımızın günlük dilimize yerleşmiş çok eskilerden gelen isimleri gibi.
“Aslında, adanın bilinen en eski ismi “Hyratros”. Neandros (veya Niandros) ismi adaya çok sonradan verilmiş (Erdenen, O; İstanbul Adaları; S:126-127).” Ben uzun yıllar bir dalgıç olarak hep yakın durduğum bu adanın ismini zaman zaman “Meandros” zaman zaman “Leandros” olarak bildim, çevremden duyduğum şekilde. Ama isminin gerçek ve ilginç hikâyesini sonradan öğrendim. Osmanlı İmparatorluğu zamanında ticaret merkezi doğal olarak başkent İstanbul üzerinde yoğunlaşmıştı. O nedenle yakın bölgelerden çok fazla göç almış. Bunlar arasında Yunanistan’ın “Andros Adası”ndan İstanbul’a göç eden balıkçılar da hayatlarını kazanmak için Heybeliada’ya yerleşmişler. Androslu balıkçılar sıklıkla balık tutmak için geldikleri bu küçük adayı kendi adalarına benzetmişler ve ona “Yeni Andros” anlamına gelen “Neandros” adını vermişler. Örneğin günümüzde İstanbul semtlerinden biri olan “Yenibosna” gibi. O günden beri de bu ada ne kadar “Tavşan Adası” “Balıkçı Adası” ismiyle kayıtlara geçmiş olsa da İstanbul denizcileri arasında adı Neandros’tur ve öyle kalacaktır.
Neandros Adası, Büyükada’nın güneyinde yer alan ve tamamen ıssız kalmış bir ada. Üzerine sadece ortaçağ döneminde bir manastır kurulmuş ve manastır hayatı yaklaşık iki yüzyıl öncesinde son bulmuş ve ada yeniden bugünkü ıssız görüntüsüne kavuşmuş. Ama bu ıssız görünümü bu adanın asıl zenginliği. İstanbul çevresinde kalan son deniz yaşamının temsilcisi adeta. Karabatak, martı, balıkçıl kuşları gibi deniz kuşlarının yanında zaman zaman göç eden leyleklerin bile soluklandıkları bir kara parçası. Ama adanın asıl zenginliği su altında. Sanki Marmara Denizi’ndeki tüm canlıların son durağı gibi. Hatta yeni gelen türlerin buluşma noktası. Bu nedenle bir su altı fotoğrafçısı için İstanbul gibi kalabalık şehirde, doğal yaşama tanık olabileceği çok özel ve belki de son bölge.
Kuzeybatı, güneydoğu yönünde yaklaşık 200 metre bir uzunlukta kara parçası şeklindeki adanın, bir dalgıç için iki ayrı yüzü var. Büyükada’ya bakan tarafı oldukça sığ ve SCUBA dalışı yapacakların çok tercih etmedikleri bir yapıda. Ancak Marmara’ya, açık denize bakan taraf, her deneyim seviyesindeki dalgıcın ve sualtı fotoğrafçısının aradıkları birçok şeyi bulabilecekleri bir özelliktedir. Doğu tarafındaki burun ile özellikle batı tarafındaki “Tek Taş” adı verilen burun, İstanbul çevresinde var olan deniz yaşamını en çeşitli yönüyle su altı fotoğrafçılarına sunar. Adanın arka tarafının tersine bu iki burun arasında kıyı yapısı çok çabuk derinleşir. Taşlıklar doğal midye tarlalarıdır. Hemen su seviyesinden itibaren midyeler 10-12 metrelere kadar büyük popülasyon oluştururlar. Bu da onlar ile beslenen denizyıldızlarını bölgeye çeker. Midyeler ile beslenen denizyıldızlarının geride bıraktıkları boş midye kabukları derin sular kadar deniz dibini kaplar ve kırmalık bir yapı oluşturur. Kıyı taşlarında pavurya başta olmak üzere birçok yengeç türü görülür. Kıyıya yakın sulardaki yengeç ve diğer kabukluların en amansız doğal düşmanları karabataklar.
Neandros Adası’nda çok kalabalık bir karabatak popülasyonu bulunuyor. Adı üzerinde, besinlerini su üstünden çok su altında arayan bu deniz kuşunun hedefleri arasında yengeç türleri şüphesiz en iştahlarını kabartanları. Bu kadar kuş ve yine de etrafta sık görülen yengeçler Neandros denizlerinin zenginliğinin bir göstergesi. Fakat Neandros’un asıl zenginlikleri oldukça derin sularda bulunuyor. Bunlar bir asırlık bir zaman diliminde yaklaşık sadece 50 santimetre kadar büyüyebilen, eski Marmara denizcilerinin “Deniz Ağacı” olarak isimlendirilen Savalia savaglia bilimsel isimli “siyah mercan”lar. Her ne kadar bembeyaz bir çalı görünümünde olsalar bile bu isimlerini siyah iskeletlerinden alıyorlar. Adanın derinliklerinde öyle boyutlarda siyah mercanlar var ki, bu canlılar büyük bir olasılıkla Cumhuriyetimizin kurulmasından önce bu sularda bulunuyorlardı. Bugün tükenme noktasına gelen bu canlıların mutlaka koruma altına alınmaları gerekir. Bu da ancak Neandros’un korunması ile mümkün olur.
Bunun yanında adanın doğal yaşamına en büyük tehdit yine aşırı ve yasa dışı avcılık. Ama bu defa tahribata neden olan, trol, gırgır gibi bilinen endüstriyel balıkçılık yöntemleri değil, daha sinsi avcılığı sürdüren midye avcıları!
Midye avcılığı denetim altındadır. Midyelerin çıkarılacağı bölgeler belirlenmiştir ve çıkarılmaları izne tabidir. Ancak yaz boyunca yasa dışı midye avcıları bu adadan hiç eksik olmaz. Avlanma mevsiminin yasak olduğu dönemde bile çıkarılıp satılan midyeler insan sağlığına, midyelerin avcılık şekli de bulundukları çevre için son derece zararlıdır. Doğal ortamda midyeler sıklıkla bir arada olarak, yavruların ebeveynlerinin kabukları üzerinde yerleşip büyüyerek koloni oluşturarak yaşam sürerler. Onların oluşturdukları kütleler bulundukları alandaki pek çok canlı için, korunma, beslenme ve üreme alanıdır. Bir midyeyi yerinden sökmek isterseniz büyük bir ihtimal ile birbirine yapışık yaşam süren bir blok sökersiniz. Bu blok içinde, bırakılmış balık ve bölgedeki birçok deniz canlısının yumurtaları, küçük yengeçler, denizyıldızları, hatta bazı ufak balık türleri beraberinde gelir. Eğer bunlar yeniden denize geri verilmez ise bölgedeki canlı yaşamı zarar görür, sonrasında dengeler çok güç kurulur. Yasa dışı midye avlayanlar da söktükleri midye bloklarını çuvallara doldurup adadan ayrılırlar. Midyeyi işleyeceklerin işlerine yaramayan yavru midyeler ile bölgedeki tür çeşitliliğini sürdürebilecek birçok canlının da bilinmeyen bir yerdeki çöp kutularında yaşamları son bulur. Deniz diplerini “trol” nasıl tahrip ediyorsa, kaçak avlanan midyeciler de Neandros kayalıklarda benzer bir tahribata neden oluyorlar. Hatta diğer tüm Prens Adaları’nda.
Yolum yıllar önce Portofino’ya düşmüştü. İtalya’nın dünyaca ünlü, en lüks yacht’ların uğrak yeri bir limanı olan kalabalık bir tatil beldesi. Ancak bu bölgede bir sualtı doğal parkı olduğunu duyunca mutlaka dalmak istedim. Böylesine kalabalık bir bölgede artık doğanın değil turizm endüstrisinin hakim olduğu bir yerde bir doğal park olabilir miydi, olursa nasıl olurdu? Ancak parka gözetim altında dalış yaptığımda karşılaştığım manzara beni çok şaşırtmıştı. Her taraf kırmızı gorgonlar, diğer yumuşak mercanlar, orfozlar, böcekler ile doluydu. Kısaca Akdeniz’de bilinen pek çok canlı o dalışta karşıma çıkmıştı. Bilinçli ve kararlı bir koruma nerede olursa olsun doğal yaşamın bozulmadan sürdürebilmesini sağlayabiliyor. İnsanoğlunun da doğaya bir borcu bu, bozduğu doğayı onarmak da ona düşüyordu. Kalabalık, turistik bir Akdeniz tatil beldesi bu şekilde korunabiliyorsa, kalabalık İstanbul kıyılarındaki son doğal alan korunamaz mı?
Neandros, bir doğal park olamaz mı?
Bunu hak etmiyor mu?