Canım bugün okuyucularımla sohbet etmek istedi. Hava güzel, manzara güzel, burnuma çiçek kokuları geliyor. Ocakta çay demliyorum, buyurun birlikte içelim.
İstanbul’un Sonbaharı muhteşem olur. Deniz mevsimini dolu dolu yaşarken aklım Sonbahara kayar hep, ama geçen yıl o benim çok sevdiğim İstanbul’un Sonbaharı bana oyun oynadı ve tatil dönüşü tekrar adaya çıkmayı planlamışken ben kendimi ameliyat masasında buldum. Biraz teferruatlı olsa bile menüsküs ameliyatını pek de önemsememiştim ama peşi sıra rahatsızlıklarla ve onların uzantıları ile uğraştım. Tanrıya şükürler olsun, dünya hali, her şey bizim için, yeter ki geçici şeyler olsun.
Yaşamak biraz da zekâ işidir. Bir anda başka bir konuya odaklanıyorsunuz ve hayatınızı bir sinema filmi gibi, şeridin her karesi ile hatırlıyor ve hayalinizde canlandırabiliyorsunuz. Biraz daha duygusal, belki biraz daha alıngan olabiliyorsunuz. Tabii bu da biraz insanın yapısı ile de ilgili. Ne yazık ki, olabildiklerince kırıcı ve bencil olanlar da var.
Aslında, böyle bir durumda, kendinize, iç âleminize, uğraşlarınıza daha çok vakit ayırabiliyorsunuz. İnanın, insanları tanımak, bilgi edinmek ve kültür gibi geniş kapsamlı ve uçsuz bucaksız bir hazineye, ummana dalmaktır. Hiç beklemediğiniz bir yerden bir ilgi, bir incelik, bir sevgi patlaması ile karşılaşıyorsunuz ve illâki Tanrı yüzünüzü güldürecek bir ışık yolluyor. Değer verilen ile değerli arasındaki farkı ancak yaşarken anlıyorsunuz.
Hazır sohbete dalmışken, size başımdan geçen bir olayı anlatayım:
Ameliyat sonrası bir müddet kullandığım koltuk değnekleri sanıldığı gibi hiçbir şekilde moralimi bozmadı. Tam tek baston kullanmaya başlamışken değer verdiğim bir hanım arkadaşımın sevgili annesinin 40. gün duasında bulunabilmek için mezarlığa gitmek istedim. Arkadaşım geçici bir ameliyat sonrası, henüz tam olarak da iyileşmeden kızının düğününe eşi ile birlikte katılmıştı. Düğüne, vaftize, sünnete, cenazeye, davete gitmek ayrı bir kültürdür.
Atladım bir taksiye ve şoföre “Şişli’ye doğru gidiyoruz” dedim. Şoför bey elimdeki tek bastona bakıp “Ne oldu, kaza mı?” dedi. Kısaca cevap verdim. Bu arada yoğun İstanbul trafiğine yakalanmıştık. Adamcağızın belki de başka bir derdi vardı ki, “Yaşamak da kolay değil, hastalandın mı öleceksin kardeşim, kolay mı bak, zor işte, zor. Öleceksin olup bitecek!” demez mi? Münasebetsiz adam. Şükürler olsun taksiye bindim, ambulansa değil.
İki yol ağzına gelince, şoför “Ne tarafa hanımefendi?” dedi.
“Mezarlığa” dedim.
“Yapma abla, ben, öyle, işte ortadan bir laf attım. Sağa mı sola mı gidiyoruz?”
“Sola, sola, dön şu adayı, mezarlığın önüne kadar götür” dedim
“Olmaz abla!”
“Olur, olur. Kaç lira tuttu? Al şu parayı, 3 lira ver geri!”
Şoför bir taraftan doğru yola saparken bir taraftan da “Abla, gideceğin yere kadar götürürüm seni, alınganlık yapma” diyordu.
Şişli Mezarlığının kapısına gelince “Dur lütfen” dedim
“Abla, yok ya! Yok ya!” derken açtım kapıyı ve mezarlığa doğru yürüdüm.
Usulca baktım, araba hala park etmişti.
Ne yapaydım yani? Onun da ağzından çıkanı kulağı duysaydı.