Küçük yaşlarda, henüz hiçbir mesuliyet üstlenmemiş, anne baba şefkatiyle şımartılmış çocukluk süresi içerisinde duyulan müzikler, algılanan kokular, seyredilen manzaralar unutulamaz ve ilerideki yıllarda özenti ile hatırlanır.
Bu duygu, insanı, annesiyle, babasıyla, ailesiyle, ananesiyle, köküyle, folkloruyla, doğup büyüdüğü toprağıyla bir bağ kurar ve hayat boyu, karşı gelinemeyen bir güç olarak benliğimizi sarar.
Doğduğumuz evi, büyüdüğümüz şehri, yaşadığımız ve bütünüyle “Vatanım” olarak adlandırdığımız toprağımızı muhafaza etmek veya herhangi bir tehlikeden korumak için geri döner, savaşır, gerekirse canımızı veririz.
Doğum günümüzle başlayan bu ‘toprağa bağlılık’ duygusu, ilerideki yıllarda o yöreden uzaklaşmamız durumunda, daha şiddetle kendini gösterir.
Sıla özlemi, gurbet, hasret, nostalji, olarak adlandırılan bu duyumsama adına, nice şiirler, öyküler, romanlar yazıldı; filimler çevrildi, bugüne kadar. Toprağın bu yatay çekim gücü, inanılmaz derecede kuvvetlidir. Nitekim yaşlılığa doğru giden yıllarda, emeklilik devrimizi, doğmuş olduğumuz toprakta geçirmek için planlar yapar, o günü hasretle bekleriz. Hatta son uykularını, doğum yeri olan topraklarda noktalamayı arzu eder çoğu kişi.
Toprağın dikey gücünü izah etmek için Newton’un yerçekimi kanununu anlatmaya gerek yok şimdi. Toprak, yağmuru yanına alıp güneşle buluşturduğunda yaratıcılığıyla, doğurganlığıyla, mahsulleriyle tüm canlıları beslemektedir.
Bizi, bir hayat süresince, yatay gücü sayesinde doğduğumuz yöreye çağırışını hissetmemiz, bize yedirdiği mahsulün bedelini, hesabı açtığı bankadaki veznesine gelerek, gönül rahatlığıyla orada ödememiz için olsa gerek...
***
Acaba mahsulün yetişmesini, toprağınıza bırakılan bir tohumdan yeşeren filizin büyüyüp çiçek vermesini, çiçeğinin meyve olması devrelerini yakından izleyenimiz var mı? Çiçeğin renklenmesi, cezp edici kokular neşretmesinin sebebini arayan, neşrettiği kokunun güzelliğinin nelere kadir olduğunu araştıranımız var mı?
Bunları sorgulamak, toprağı tanımak ve anlamak için, insanın bir zaman diliminde onunla birlikte yaşaması gerek. Bu da çocuk yaşlardayken, toprakta oynamakla, çamurlarda yuvarlanmakla, giysilere ve tenimize toprak kokusu sinmiş, üst baş ıslanmış halde eve dönmekle olur. Okul sıralarında, eğitici propaganda ve yan yana akademik kelimeler sıralanmış posterleri sınıfın duvarlarına asmakla, bu eğitim olmaz, nitekim olmuyor.
Yaşıtlarım yakınıyor! “Günümüzde çocuklar çok hassas; nazik dericikleri azıcık sıyrıldığında yaygarayı koparıyorlar, hele kan gördüklerinde! Toprakla oynamıyorlar; bir ağaca tırmanmasını bilmiyorlar; hiçbirinin diz kapaklarında kabuklaşmış yara izi yok! Bir bitkinin doğuşuyla ve gelişmesiyle ilgilenmiyorlar bile; eriği, inciri, cevizi dalından koparıp yemek için ağacına çıkmıyorlar; sebebi ne?”
Sebep büyüklerde! Çocuklara her şeyi kolaylıkla vermenin, daha güçlü bir evlat sevgisi göstergesi olduğu zannedenlerdedir.
Eğer çocuklar toprağın gücünü genç yaşlarında anlasalardı, toprağı daha çok seveceklerdi. Yaşam mekânlarımız, alanlarımız, doğamız daha temiz ve verimli olacaktı. Asrımızın, sarsıntı geçirmekte olan bu zafiyetini telafi etmek için ‘çevrecilik’ denilen bir bakanlığa hiç gerek kalmayacaktı. Çünkü toprağını tanıyan, aile kökünün aidiyetine sarılır, çevrenin nelere kadir olduğunu takdir eder ve toprağına sevgiyle yaklaşır, onu korur.
İnsan, alın teriyle kazandığı arsasını, emlakini korumak için gerektiğinde mahkeme koridorlarında, gerektiğinde ise saç saça savaşmaktadır. Arazi kavgalarından ötürü işlenen bunca cinayet bunun göstergesi! Sahip olunan toprak, babadan, dededen intikal etmişse dahi durum aynıdır. Hele miras paylaşılacaksa! “Arsanın tamamı bana düşer” meczup bir düsturla öz kardeşini dahi vuranlar var... Yıllarca küs yaşayan aileler var... Toprağın gücüne esir düşen zavallılar var...
***
Bilmem anlatabildim mi? Bireyin kutsal sayıp taptığı ve sevdiği yer, mesuliyetsiz geçen çocukluk günlerinde yaşadığı toprağıdır. Orada yeşeren bitkinin, çiçeğin rayihası dahi, başka haz verir o kişiye; rengini özel sanır; birileri bu çiçeğin kokusunu beğenmez veya küçümserse, üzülür de...
Bir yörenin hizmet, bakım, onarım işleri, doğum yerini kutsal sayan kişiler tarafından yaptırılırsa, bir başka özen ve hassasiyetle yapılmış olur. Fena yapıldıysa da ‘istenmeyerek olmuştur, yarın gelir düzeltir’ der geçeriz. Hâlbuki yabancının biri gelip toprağımızı kirletse, hemşerimize kızmadığımız kadar sinirleniriz o yabancıya.
Yabancıya ise vız gelir arkasından söylenenler. İşini, evvela kolayına geldiği şekilde ve umursamadığı için, etrafı kirleterek yapar, sonra da o yöreyi kıskandığından dolayı, kasten yaptığını düzensiz ve kirli bırakarak çeker gider!
Şehirde süratle giden bir otomobilin penceresinden fırlatılan mandalina veya muz kabuğu gördüğünüzde, lütfen plakasına dikkat edin. Genelde, bulunduğunuz ilin yabancısı olduğunu görürsünüz.
Sokaktaki şehir suyu musluklarının baca ağızlarını, doğalgaz kapaklarını, asfaltla aynı seviyede tutturtmayarak, yürürken ayağınızın takılması için çarpık takıldığını fark ederseniz, inanın ki tesisatı yapan işçi, bulunduğunuz mahallenin sakinlerinden değildi.
***
Sevgili okurlarım,
Geçenlerde, internet yoluyla Adalı Dergisi’nde gezinirken Adalar’da yaşamakta olan halkın yalnız yüzde dördünün Adalar doğumlu olduğunu öğrendim. Kendilerini Adalı addeden yazlıkçılar ise, günden güne azalıyormuş! Onlar da tamamen silindikten sonra Adamız, günü birlikçilerin insafına kalıyor demek.
Fakat sakın moraliniz bozulmasın: Bu keşmekeş, en çok yirmi yıl kadar devam edecek (!). Çünkü bu zaman zarfında, son yıllarda buraya gelip yerleşmiş nesil büyüyecek... Adada evlenip Adada doğacak çocukları Adada yaşayarak, Adalı olacak...
Adada gelişecek bu gençliğimiz ise, zamane gençliğin hilafına, her zaman ve her yerde, sırtı kambur iki büklüm, gözler ve parmaklar cam bir ekrana yapışmış soluk yüzlü robotlar gibi yaşamak yerine, sokaklarda, bahçelerde koşup tozacak, etrafı gezecek, toprakla oynayacak, başı dik gözler ufukta, toprağının, memleketinin güzelliklerini takdir edecek...
Adanın çamını, çiçeğini, arısını, sineğini, kokusunu, denizini, poyrazını, lodosunu, meltemini, yakından tanıyarak çevresini ve çevreyi sevecek ve bu yeni ‘doğma büyüme Adalı’ nesil Adamızın toprağına hissen bağlanarak Adamızı cennete çevirecek.
Demek oluyor ki, tüm ümidimiz: Adada doğacak bebeklerimizde.
Temennimiz, o günü sabırla bekleyebilmek ve Allah’ın izniyle o günleri görebilmektir.
Göremezsek de bugünden itibaren gelecek güzel günleri tahayyül edip mesut olalım, ümitle yaşayalım.
Toprağımızın gücüne sığınalım.