Sık sık düşünüyorum bu aralar, dünyayı günden güne bitirenler, neden hiç korkmuyorlar? Gezegen büsbütün elden gidince, istifledikleri paracıklarla başka bir gezegende yaşamayı mı garantilediler acaba? Ya da belki, bu dünya biterse bitsin, nasılsa öbür dünya var diyorlar. Geçenlerde, Shell’in, Kuzey Kutbu’ndaki buzulların erimesini fırsat bilerek, hemen oralarda yeni petrol rezervleri arama çalışmalarına sıvanmasıyla ilgili şöyle bir haber iletisi geçti elime:
“Greenpeace, Türkiye’nin sekiz şehrinde ‘Shell Kendine Gel’ etkinlikleri düzenledi. Adana, Ankara, Hatay, İstanbul, İzmir, Manisa, Mersin ve Yalova’da gerçekleşen etkinliklerde petrol şirketlerinin Kuzey Kutbu’ndan uzak durmasını talep eden her yaştan katılımcılar, ‘Shell’i Durdur’ ve ‘Kuzey Kutbu’nu Kurtar’ yazan dev pankartlar boyadı. Türkiye’de yapılan eylem dünyanın dört bir yanında Kuzey Kutbu’nu Shell gibi petrol şirketlerinden kurtarmak için başlayan hareketin bir parçası. Kanada, İsviçre, Almanya, İspanya, Hollanda, Danimarka, İsveç ve Finlandiya gibi ülkelerde yapılan eylemler sürerken Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, Kuzey Kutbu’nda eriyen buzulları ziyaret etti ve iklim değişikliğini yavaşlatmak için hemen harekete geçilmediği takdirde bilim insanlarının söylediği gibi iklim değişiminin felakete yol açacağını vurguladı.”
Buyurun bakalım. Bu günkü aklımla genç olsaydım, ben de katılırdım valla Greenpeace’e, yer gök, dağ, bayır, deniz demeden azimle sürdürdükleri her türlü mücadelenin içinde bulunurdum. Çok zengin olsaydım da maddi destek verirdim. Şimdiki halimle, benim gibi milyonlarca kişi olmasını umarak, kısıtlı bütçemle, emekli maaşımdan, ancak üç beş kuruş verebiliyorum. Onlar da bana yaptıkları çalışmaları içeren dergilerini gönderiyorlar. Ha, bir de arada bir, fırsat oldukça bir iki satır yazıyorum falan... Hele böyle, mücadele verdikleri konular, kafamı fena halde kurcalayan konularla örtüşünce ve de özellikle ülkemizi ilgilendiren meseleleri çağrıştırınca.
Şimdi, ülke olarak dünyanın geleceğiyle ilgili sorumluluk duymak pek güzel pek normal... Peki, bunu kendi toprağının geleceğiyle ilgili hiçbir sorumluluk duymadan yapmak nasıl bir şey? Uzmanlar bar bar bağırıyorlar; iklimin bu hale gelmesinin nedeni şehirlerin bilinçsizce sıkıştırılması, açık alanların ve ağaçların yok edilmesidir diye. Kim aldırıyor? Hele İstanbul... Oydular, yükselttiler, kestiler, eklediler bitmedi, bitmiyor. Bir yandan boyuna yıkıyorlar, yapıyorlar.
Bakın, yine uzmanlara göre; çok katlı gökdelen ve alışveriş merkezlerinin ortaya çıkmış olması, kente hâkim rüzgârların önünü kesiyor ve ısı adalarının oluşmasına neden oluyormuş, yüzeyi camla kaplı olanların yansıttıkları ekstra ısı da cabası. Adalarda şimdilik böyle bir tehlike yok görünüyor, ne de olsa gökdelen ya da yer altı geçidi, köprü filan yapılması mümkün değil. Olsa olsa, insan sıkışıklığından havasızlık olur. Amanın! Aniden aklıma geldi; acaba Adalar arası köprü de yapmaya kalkarlar mı bunlar? Ay... ağzımdan yel alsın. Diğer yandan ‘İstanbul depreme hazırlanıyor’ denilerek inşa edilen yeni yapılar ve malum kentsel dönüşüm bahanesiyle, İstanbul, beş yeni afetle karşı karşıya bırakılıyormuş. Biri sosyal bölünmüşlük ki o başlı başına bir yazı konusudur ve buraya almayacağım. Diğerleriyse; iklim değişikliği, su baskınları, hava kirliliği ve de deprem. Bence, en ağlanacak hale acı acı güldüren de sözde depreme hazırlanmak için yapılan ama bir deprem halinde hasarı kat be kat artıracağı aşikâr olan çalışmalar. Fay hattının geçtiği bilinen bir boğaza bir oyuntu yetmiyormuş gibi üç katlık bir yenisini yapmayı saymayacağım, o çok belli. Mesela; birkaç katlı, eski ama kallavi, nice deprem atlatmış bir binaya, dayanıklı olup olmadığını tespit için uzmanlar çağrılıyor ve sonunda mutlaka ‘dayanıksız’ raporu veriliyor. Haydiii... Hemen boşaltılıyor, yıkılıyor (zorlukla yıkılıyor) yerine duvarları eskisinin yarısı kalınlığında sözde depreme dayanıklı, bir gökdelen dikiliyor. Zaten ‘dayanıklı’ raporu da rüşvetle alınabiliyormuş. Gel de güven.
Hiçbir sokak hava almıyor, toprak hava almıyor, yok edilen ağaçların yerine yenilerini dikmekse hepten zor, zira toprak artık su geçirmiyor. Sonuç? Her yağmurda sel... Ya o sözde ‘Turizm Kalkınma Planı’ diye sunulan ‘Yeşil Yol’ adlı toplu doğa katliamı projesine ne demeli? O kadar yırtınıyor insanlar, bakalım para edecek mi? Sözde kesilen her ağacın yerine beş ağaç dikilecekmiş? Ne olacak? Birkaç yılda yok edilen ormanlar yeniden mi oluşacak? Bir ağaç kaç yılda büyür, biliyor musunuz siz? Vay canına yine yazdıkça sinirleniyorum ve aklıma durmadan sinirlenecek yeni şeyler geliyor, tamam, keseyim artık, keseyim.
Biraz sakinleşeyim diye penceremden görünen, nice çarpık budama atlatıp yeniden serpilen muhteşem çınarlara bakıyorum. Malumunuz, ben artık adadan uzak yaşayan bir adalıyım, sakinleşmek için öyle canım istediğinde denize bakamıyorum. Caddenin ortasında da olsam, hiç olmazsa yeşilin içindeyim diye şükrediyorum, içime bir sevgi dalgası yayılıyor. Derken, pat, yeni bir endişe; acaba ne zaman cadde genişlesin diye kurban edilecekler? Ne diyeyim? Bu kadar mı her şey para oldu yahu? Bu kadar mı korkmuyorlar?