Garip günlerden geçiyoruz.
2020 Mart’ında bütün dünyayla birlikte ülkemizi de kasıp kavuran bir salgınla yüzleştik. Covid-19 Pandemisi, “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedirten bir kapanmaya yol açtı. Alışık olduğumuz yaşam biçimleri başta olmak üzere, çalışma ve eğitim düzeni... her şey etkilendi.
Bilim insanlarının olağanüstü çabaları sonucu, çok kısa sürede bulunan aşı her şeyin ilacı olacak gibi görünüyor ama neredeyse her ayda bir çıkan yeni varyantlarla pandemi, daha uzun süre etkisini sürdüreceğe benziyor.
Normalleşme beklentileri içindeyken, bu kez bölgemizi, denizimizi etkileyen “müsilaj” sorunu gündemimize oturdu. Denizin salyası denilen müsilajın, aslında denizin değil, kirlettiğimiz denizin salyası olduğunu söylüyor bilim insanları. Marmara’nın çığlığı da denebilir. Aslında çok uzun zamandır bu çığlığı duyuyorduk. Duymak isteyen kulaklar, görmek isteyen gözler için her belirti vardı, önümüzdeydi. Bir iç deniz görünümünde olan ama iki boğaz sayesinde kurduğu akıntı düzeniyle başka tüm denizlerden farklı bir yapı, canlılık ve çeşitlilik barındıran Marmara, insan eliyle ve yanlış kararlarla son 40 yılda giderek ölü bir denize dönüşüyordu, söylenen buydu. Litrede en az 5 mg olması gereken çözünmüş oksijen, birçok kesiminde sıfıra yaklaşmış durumdaydı. Her yıl yapılan ölçümlerle uyarılar birlikte geliyordu. En büyük kirleticinin, büyük bölümü arıtılmadan, derin deniz deşarjı denilen aldatmacayla denize boca edilen evsel kanalizasyon atıkları olduğu vurgulanıyor, kısa zamanda ileri arıtma da denilen tam arıtmaya geçilmesi isteniyordu, ısrarla.
İzmit-Gemlik körfezleri, sanayi tesislerinin yoğunluğuyla kirlilikte en üst düzeydeydi. Yıllardır hemen tüm tesislerin kendi arıtma tesislerini kurmalarına yönelik yasa-yönetmelikler olmasına rağmen, yine de sorun devam etmekteydi. Transit deniz trafiğinin en yoğun olduğu bir büyük kanaldan söz ediyorduk ve bu trafikten kaynaklanan kirlilik bir başka unsurdu. Yapılanlar yok değildi, ama yetersizliği, denetim eksikliğiyle birleştiğinde tablo hızla kötüleşmekteydi.
Bir de bütün bunlara, İstanbul başta olmak üzere 1980’li yıllardan itibaren bir kentsel düzenleme çılgınlığı olarak yaşamımıza giren kıyı dolguları eklendi. Denizin nefes borusunu kestik. Karayı, kentsel alanları betonla doldurduğumuz yetmedi, alan açmak için denizi de betona boğduk. Yetmedi, 1000 metrelere inen Marmara çukurluğuna, önce balçığa çevirdiğimiz Haliç’in ve Kurbağalıdere’nin, sonra da İstanbul’un birçok noktasından çıkan milyonlarca ton hafriyatı dökmeye kalktık. Sanki doldurulan bildiğimiz bir çukurdu, deniz değil.
Tüm bunlar, çevresel etki değerlendirmeleri yaptırılarak alınan kararlarla gerçekleşmişti. O ÇED raporlarının ne menem şeyler olduğu anlaşılacaktı ama iş işten geçtikten sonra.
Müsilaj, denizin pandemisi olarak da değerlendiriliyor.
Tıpkı Covid-19 Pandemisi gibi doğal bir olay değil ne yazık ki. İnsanlığın, özellikle de son yüzyıl insanlığının gelişim adına, doğal olan, dünyaya dair olan her şeyi dönüştürme, dönüştürerek tüketme çılgınlığının bir sonucu.
Covid-19 Pandemisi’nden medet ummuştuk, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”, tüm alışkanlıklarımızı gözden geçirecek, çevreye insan müdahalesini en aza indireceğiz diye umutlanmıştık.
Ancak, sanki her şey pandemi öncesine doğru hızla dönüyor.
Şimdi denize girmeyi, balık tüketimini etkileyen müsilajın etkisi biraz azalmaya görsün, yine her şeyi unutacağız, hiç kuşku yok.
Ve 17 Ağustos depremi dahil birçok afette yaşadığımız gibi, hiçbir şeyden ders almadan, bir şeyleri değiştirir umuduyla ve iyi niyetle giriştiğimiz sivil inisiyatifler içinde vakit geçirerek, sonumuzu hızlandırmaya devam edeceğiz.