Yıllar öncesine giderek basında Adalar’la ilgili yazılanların izini sürmeye bu ay da devam ediyoruz. 1935 Temmuz’undan Bedri Rahmi’nin Büyükada betimlemeleri çoğumuza çok dikkat çekici gelecektir. Bu ayın basın taramaları içinde bir başka dikkat çekici olan yazı da sevgili İpek Çalışlar’ın 1963 tarihli Yakın Tarihimiz Dergisi’nde rastladığı bir yazı.
Tarih içinde merak dolu gezintilerimizin hepinize keyifli anlar yaşatacağını umuyorum...
BÜYÜK ADAYA GİDELİM
Yazan ve resimlerini yapan: Bedri RAHMİ
İstanbulu coğrafya tarih kitaplarında değil de “Piyerloti”nin gül rengi gözlükleri arkasından görüp seven bir Fransız arkadaşla Büyükadaya gidiyoruz. Ona Parista ben adalardan uzunuzadıya bahsetmiş, adaları acem minyatürlerinden çalınmış bahçeler, gökler ve gözleri ceylan gözlerinden hiç te aşağı kalmıyan sempatik eşeklerle süslemiştim, adaları gökten Marmaraya damlıyan iri birkaç zümrüt damlasına benzetmiştim. Ve arkadaşım birkaç muharrir ve ressamın yardımı ile bu iri zümrüt dalgalarını (Engr 1)in biraz fazla şişman ve gözleri kuvvetli bir içki kadar insanı sarhoş eden kadınlariyle iskan etmişti. Nihayet bu rüyalar beldesine beraber gidiyorduk. Ve hatırı sayılır bir sıkıntı da cepleri kurşun dolu bir adamın sıkıntısız halinde içime asılıyordu. Bu ağırlık iki şeyden geliyordu. Evvela: Adaları ona lüzumundan fazla methetmiştim. Bilhassa Büyükadayı elâ gözlü eşeklerinin eğerlerine varana kadar ballandıra ballandıra anlatmıştım. Şimdi misafirine önce evini, evinin bahçesindeki ağaçları metheden bir ev sahibinin onun kendisine çok aziz olan bu şeylere lâkayt kalacağından korkacağı korku ile korkuyordum, kendi kendime adanın en basit plânını yapıyordum: Çamlar+ beyaz evler + ceylan gözlü eşekler = Ada.
Halbuki Fransız arkadaşım kendisine Piyerlotinin vadettiği şeyleri İstanbulda bulamayınca bir hayli üzülmüş ve iştahını adalara saklamıştı, içimi sıkan ikinci şey de Büyükadaya ikide bir “Prinkipo” demek ve işitmek mecburiyeti idi. Biz onları Parisinin kuyruğuna ufacık bir S takıp Paris diyorduk, onlar Büyükadaya Prinkipo diyorlardı. Bu ismin nereden gelip Büyükadaya musallat olduğunu bilmiyor ve bu kelimeye fena halde sinirleniyordum... Nihayet vapur kalktı! Bereket versin günlerden İstanbulun en güzel bir günü ve saat güzel bir sabahın yedisiydi, yani İstanbul şehri şirini uyanalı çok olmamıştı. Sarayburnunun üstünde rüya artıkları, ve önde renk renk, çeşit çeşit bir baca kolleksiyonu vardı.
Karadenizden Marmaranın cılız, renksiz damarlarına dökülen dinç bir su vapurumuz altında olgun bir karpuz gibi kütürdeyerek yarılıyordu.
Vapur Haydarpaşaya uğradı, Fransız arkadaşım, bu büyük binanın ne işe yaradığını sordu:
- Ankaraya buradan gidilir, dedim.
Ve onun bütün kuvvetiyle adaların üzerine abanan dikkatini bir başka tarafa çekmek için bu sefer ona Ankarayı methetmeye başlamıştım.
- Tasavvur et! diyordum; yepyeni bir şehir. Yirminci asrın bütün nimetlerinden istifade eden bir mimari;
Arkadaşın dikkati hala yapışan sinek gibi adalara saplanıp kalmıştı. Bir aralık benim kendisini başka bir diyara götürmeye çalıştığımı görünce gülerek:
- Sen, dedi; saatlerce aradığı bir parçayı bulup gramafona koyduktan sonra, onu dinliyeceği yerde bir başka plak aramıya başlıyan dalgın adamlara benziyorsun?.. Adalara gidiyoruz, ceylân gözlü dilberler görmeğe gidiyoruz.
- Plak hikâyesinde haklısın. Belki Behzadın bahçelerini de bulacağız. Fakat, ceylân gözlü dilberlere gelince!.. Ben sana eşeklerden bahsetmiştim. Ve onları bulacağımızı garanti ediyorum. Derken göründü Talasın bağları! Adalar resmi geçide başladılar. Vapur doğrudan doğruya Büyükadaya gittiği için arkadaşım merakını onlar üzerinde tamamiyle harcıyamamış ve kulağının ucundan ayak parmaklarına kadar tecessüs kesilerek Büyükadaya düşmüştü.
***
Arkadaşımın ilk inkisarı hayali iskele oldu. İskele boyunca onun başının içinde yerleşen dilberlerin yarısı boyunda ve kaşları Jokondun kaşları kadar yok olan ufaktefek midinet satıcı kızlar kırıtarak dolaşıyorlardı... İskeleden çıkar çıkmaz da minyatür bahçeleri yerine önüne muntazam bir asfalt yol çıkmıştı. Köşedeki gazinolarda gözleri hiç te ceylân gözüne benzemiyen dilberler vardı.. İlerledik. Ve sakız kadar beyaz villaların birisi önünde arkadaşım:
- Dostum, diyordu... Biz yanlışlıkla Nise gelmişiz!
- Yoo!.. dedim. Nisten bir parça daha güzel bir yere geldik. Fakat kabahat bende. Ben sana adayı bu kadar methetmemeliydim. Ne tuhaf, insanlar ekseriya bir başkasının fazla methettiği şeyi sevemez oluyorlar. Adanın güzelliğini keşfetmek zevkini sana bırakmalıydım. Seni bir gün habersizce adaya getirsem, sen onu çok garip dekorlar ve mahluklarla süslemiye vakit bulamayacak, olduğu gibi kabul edecektin.
Arkadaşım boynunu büktü: “İstanbul minarelerinde ezan okuyan mavi sakallı müezzinlerin de yerinde yeller estiğini görünce, o boynunu gene böyle bükmüştü. Fakat köşe başından çılgın kahkahalar atarak, dört nala bize doğru gelen eşekli bir kafile görünce, arkadaşımın yüzü güldü ve içini çekerek:
- Neyse! dedi. İşte Nise benzemiyen bir köşe!..
Ufak zillerin yaygarası, eşek süvarilerinin asfalta dökecek kadar sarkan, ütüsü bozulmuş pantalonları, iriyarı bir bayanın çorabı ile fazla yukarı sıyrılan etekleri arasında kalan bir parça, ömründe hiç eşek görmediğini zannettiğim arkadaşımın müthiş hoşuna gitmişti. Biz de derhal iki eşek kiraladık. Eşeklerden bir tanesi beyazdı. Eğer takımı kırmızı. Gemi ve bütün kayışları işlemeli idi. Kara gözlerinden sonsuz bir tevekkül eken kırmızı eğerli beyaz eşeği Fransız arkadaşıma takdim ettim. Beyaz eşeği boynundan öptü. Ve yola koyulduk. Deniz, adım başı yolumuzun önüne çıkıyor ve masmavi bir Kütahya çinisi gibi camların arasında parçalanıp dökülüyordu. Beyaz eşeğin kırmızı eğerinden ve bu kuvvetli mavi yeşil armonisinden sarhoş olan arkadaşım bir aralık çamlara ve denize bakarak:
- Şimdi Türk çinilerindeki mavi ve yeşillerin hikmetini anlıyorum. Ve karşı sırtlardan birinde kaybolan renkli bir eşek kafilesini göstererek:
- Evlerine “Mimoza” veya otellerine “İsplandit” adını takanlar nekadar uğraşırsa uğraşsınlar adanın çamları bu kadar yeşil, denizi bu kadar mavi ve eşekleri bu kadar cana yakın oldukça o her zaman bir acem minyatürü kadar güzel kalacak, diyordu.
Eşekler, daha doğrusu eşekçiler, bizi Dil’e götürmüşlerdi. Önümüzde azgın bir ressam paleti kadar renkli bir plaj yıkanıyordu, plaja müthiş bir rağbet vardı... Plajın üstündeki kahvelerden birinde oturduk. Heybeliada karşımızda, kenarından bir parça kesilmiş bir kavun gibi yüzüyordu. Yanımızdaki masalar yavaş yavaş dolmağa başlamıştı. Etrafımızda hemen hemen herkesin Fransızca konuştuğunu gören arkadaşım hayretle:
- Ne tuhaf, dedi; İstanbulda Fransızca konuşulmıyan bir yer yok mudur?
- Olmaz olur mu, dedim.. Beyoğlunun birçok taraflarında yalnız rumca konuşurlar. Ortaköyde, Hasköyde oturanlar İspanyolca konuşurlar.
- .. Türkçe nerelerde konuşulur?
- Şehzadebaşı, Fatih, Edirnekapı civarında...
Arkadaşım kendisini bir gün o civarlara götürmemi rica ederken iki adım ötede burnundan konuşan bir gramofon “Karyoka”yı kıvırmağa başlamıştı. Masa komşularımız bu ilâhi musiki ile coşmuş ve bütün azalariyle burnundan şarkı söyliyen gramofona yardıma girişiyorlardı. Komşularımızda çoluklu çocuklu bir aile muhteşem bir sofra hazırlamağa başladılar. Ve bir parça sonra kocaman bir rakı şişesi masanın ortasında yer aldı ve rüzgârın bin bir müşkülatla denizden koparıp bize kadar getirdiği yemyeşil bir yosun kokusunu bu kocaman şişe sırtlayıp götürmüştü. Arkadaşım bu garip kokulu içki hakkında izahat istedi.
- Bu içki, dedim, Fransada şarap ne kadar içilirse, bizde o kadar harcanır. Bizim dinimiz kurulurken şarap icat edilmişti. Ve peygamberimiz şarabı menetti. Fakat rakı ondan çok sonra icat edildiği için yakayı kurtarmıştı!
- Şaraptan ne farkı vardır?
- Şarap içen adam güzel konuşur. Rakı içen adam da evvela güzel konuşur. Fakat ikinci kadehte şarkı söylemeğe başlar ve üçüncü kadehte üstünü başını kirletir.
İzahatım arkadaşımı tatmin etmemişti. Ufak bir şişe rakı ısmarladık. Arkadaşım rakıyı evvelâ bir parça kuvvetli, sonra harikulâde buldu, o birkaç kadeh rakıdan sonra çamları daha yeşil, denizi daha mavi ve “Karyoka”yı daha kıvrak bulmağa başlarken kahveden çıktık.
***
Süt kadar beyaz bir akşam adayı, çirkin isimli villalarını bir kat daha güzelleştirirken adadan ayrıldık. Arkadaşım bir parça sarhoş olmuştu. Berrak, durgun bir akşam onun sarhoşluğuna birkaç kadeh daha ilâve ediyor ve arkadaşım bana Beaudelaire’den yüksek sesle mısralar söylüyordu. Bir aralık vapurun ön taraflarından ikimizi çok sevdiğimiz bir melodi yükseldi. “Macar rapsodisi”ni çalıyorlardı. Gramofonunu cıgara tabakası gibi yanında taşıyan bir meraklı bu güzel parça ile akşamı bütün vapur yolcularına daha lezzetle tattırıyordu.
Vapur bütün adalara uğradı. Ve hepsinden günlerini son damlasına kadar kana kana içip tüketen ve gözlerinden tatmin edilmiş insanların yorgan saadeti taşan insan kümeleri aldı.
Fransız arkadaşım çoktan pembe gözlüklerini takmış, ortalığı gül, gülistan görüyordu. Bir aralık gözleri vapurun bacasından büyük bir iştah ile buram buram çıkan ve akşamın beyazlığını açmadan bulandıran dumanlara takıldı ve bir müddet dalgın dumanlara baka kaldı. Ona ne düşündüğünü sordum:
- Senin bana anlattığın ve benim de ilavelerle süslediğim adalara her halde bacasından bu kadar bol ve küstah bir duman salıveren vapurlarla gidilmediğini düşünüyorum. Suya daha çok değen, suyu daha çok tadan, bir balık kadar rahat yüzen sandallar düşünüyorum.
Ben ona su kokan sandalları ve muhayyilemin alamıyacağı daha birçok güzellikleri görebilmesi için İstanbula biraz geç geldiğini söylüyor ve ona “Lale devri”ni anlatıyordum.
Tan, 28 Temmuz 1935, Pazar
Ada Beyi
O tarihte Adalar, şimdiki gibi mergup ve kalabalık bir sefahat merkezi değil, büyücek birere balıkçı köyü idi. Yazın tek tük frenk kodamanları, Abdülâziz ismindeki deli padişahın israf deryasına birer katre sunup ta, resülmali yüz defa ödeyen bir faizle Karun kesilen Tatlısu frenkleri... (Lorando)lar, (Tobini)ler ve emsâli, Büyükadada yaptırdıkları şirin kâşânelerde birkaç ay misafir kalıp, giderlerdi.
Diğer zamanlar, ada Padişaha yakınlık ihsan kaynağı olsa da âteş-i sûzan gibi yakıcı olduğuna kani, “ne Şam’ın şekeri ne de Arab’ın yüzü” diyen birkaç zata kalırdı. Bunlar orada kendilerine munis bir muhit vücude getirmişler, âdeta bir aile imiş gibi yekvücut olmuşlardı. Başlarında rindmeşrep, iffet ve istikameti ve tok sözlülüğü darb-ı mesel hükmüne girmiş, meşhur-u âlem Şemsi Molla Bey vardı. Mahkeme-i Temyiz baş müddeiumumisi, 93 Ayandan Lebir Efendi, Şûra-yı Devlet âzasından Sami paşazade Abdülbaki Bey, selamlık resm-i âlisine memur (!) Müşir Osman Nizami Paşa, Hariciye evrak müdürü (Pis Kâtip) namiyle maruf Cemal Bey... Bunlar da o çevrenin hatırı sayılır başlıca erkânı idiler.
Baban, derebeyi tâbirine kıyasen, Molla’ya (Ada Beyi) lakabını takmıştı. Filhakika o, adanın hükümdar-ı mutlakı idi. Herkesi yıldırmıştı. Esnaf, adı anıldığı vakit bile tirtir titrerdi. Adanın hakiki belediye reisi o idi. Şemsi Mollanın korkusundan, mesela ekmekler eksik olmak şöyle dursun, fırınlar beş on dirhem fazla çıkarırdı. Bu şiddetiyle beraber, temiz kalbi şefkat ve merhametle dolu idi.
Hekimlikte oldukça hazakati vardı. Kuleli mektebinin sertabibi idi. Bu itibarla adada kendisine birçok fukara hastalar müracaat eder, hepsine aynı ihtimamla baktığı halde, hiçbirinden on para almazdı.
Peder merhum, bir gün Mollanın yağlı boya resmini yapmağa kalkmıştı. Resmin bittiği gün ben orada hazırdım. Molla, çerçeveyi eline aldı, baktı ve kaşlarını çatarak, babama:
- Yahu! Dedi; bu ben değilim.
- Sen değildin de, ya kim?
- Aşiret beylerinden biri.. Sen galiba bana Ada Beyi diye diye, yüzümü de ters görmeğe başladın.
Babam da şu cevabı verdi:
- O terslik, senin huyundan sirayet etmiştir. Yoksa ben doğru görürüm.
Bu resim münakaşası haftalarca sürdü.
Şemsi Molla, o tarihte Büyükadada deniz suyunu tuzunda tecritle (ayırarak) fabrikasından evlere sevkeden Kazoğlu isminde bir adamla mukavele akdetmişti. Su iki gün akıp üç gün kesildiği cihatle, Molla Bey kızdı ve taksitini ödemedi. Kazoğlu bunun sebebini sorunca da, Molla bermutat sövüp saymağa başladı. Muhatabı:
- Affedersiniz Beyefendi! Bunları kime söylüyorsunuz? Ben Kazoğlıyum...
Deyince Molla:
- Haltetmişsin! diye bağırdı. Kazoğlu sen değil bizleriz ki, seninle mukavele yapıp, akmayan bir su için avuçlar dolusu para veriyoruz.
Şemsi Molla, bir gün ansızın vefat etti. Tabutunun arkasından, bilâ tefrik-i cins ve mezhep bütün ada halkı günlerce gözyaşı döktü.
Hâlâ ihtiyar yerliler arasında, Molla’nın adı anıldığı vakit hazin hazin gülümseyenler var...
Ercüment Ekrem (Güneş), 1927
Yakın Tarihimiz Dergisi, 17 Ocak 1963 tarihli sayısından
Büyükada Çiçek sergisi güzeldi
Fakat ilk sergiye nazaran daha geridir
Ben, dünyanın en güzel bir adasında büyüdüm. Yeşillikler, çimenler, çayırlar, türlü türlü çiçekler içinde yaşadım. Portakal, limon, turunc, mandalina, venedik, kızmemesi, iğde ağaçlarının çiçeklerile muattar havayı teneffüs ederek ömür sürdüm. Dağları, bayırları, tepeleri, vadileri, dereleri, ovaları ve hatta bütün asfalt yolların kenarları yüz binlerce ağaç ve çiçekle süslenmiş yeşil Kıbrısa meftunum. İşte bundan dolayı çiçekleri perestiş edercesine severim. Ve bunun içindir ki Büyükadada kurulan çiçek sergisine vukubulan daveti sevinçle kabul ettim. Adada arabalar, ve hatta atların gemleri bile çiçeklenmiş, bütün dükkanlar, oteller yeşilliklere bürünmüştü.
Kapının her iki tarafından itibaren sağda ve solda dizilen çiçek saksılarını ve çiçek demetlerini ziyaret ede ede ilerledim ve muhteşem çiçekliklere geldim. Ziraat mütehassısı Lütfi Arifin çiçeklerini incelemeğe (tetkike) başlad1m. Birçok sergilerde göremediğim çiçekleri görüyorum. Nadide ve güc yetişen çiçeklerin kolleksiyonlarile karşılaştım. Süslü mor yaprakları akalifa isminde iki fidan gördüm.
Pek nadir bulunan (cüce gül) ufacık bir saksıda ne güzel görünüyor. 7 verendir. 0 küçücük fidanda 100 den ziyade gülcük var! Bütün sene gül veren bereketli ve sevimli bir fidan...
Mum çiçeği, Giresun gözlü, türlü türlü renklerde mozaik katmerli büyük güller görülmeğe değer çiçeklerdir.
22 çeşidli karanfil kolleksiyonları, 55 cinsi alan klayol kolleksiyonu! Gümüş begonya ve tohumdan yetişme 200 çeşidli kaktüs kolleksiyonları nekadar cazibeli ...
11, 12, 16 ve 20 yaşlarında bulunan Japonların cüce çamları ufacık saksılarında güzel görünüyorlar. Yabani limon çiçeği, salon yaprakları ve kuşkonmazlar çok hoş ...
Meslek aşkile ta Şiliden çiçek getirip teşhir eden Ethem ve Ali kardeşlerin saksılarına baktıkça bakacağım geldi. Top şimşir, manolya, beyaz ve kırmızı zakkumlar, sedon, mozaikların her çeşidi, ne güzel sıralanmış.
20 metroya kadar yükselen, balkonIarı, kameriyeleri yeşilliklere boğan, beyaz, kırmızı ve katmerli Ruspopon ne büyük ihtişamla duruyor. Salonların içini, dışını yeşilliklere garkeden akubya görülecek bir şey!
Şeritleri, tenyaları düşüren yerli fugermal, kırmızı, mavi, pembe ve büyük çiçekler açmış Avrupa ortancaları nekadar şirin...
3 metro yüksekliğinde bir direğin üstüne konulan desdeğirmi dairenin her tarafını saran büyük güller, pembe elektrik ampülleri gibi salkıyor, parlıyor!
Reks begonya, Avrupanın fugermali, sarı, yeşil ve siyahımtrak yapraklı olan bir çeşid taflana vuruldum!
Sanki narin bir hurma ağacı imiş gibi duran finiks lüks bir salona nekadar yaraşır. Arokarya cinsinden olan çam gibi narin bir salon fidanına dakikalarca baktım.
***
50 metro kadar duvarlara yükselen ve bağlamaksızın duran frenk asması pek güzel görünüyor. Yaprakları yazda yeşil, ve sonbaharda kırmızı olacağını duyunca, kabinemdeki yemyeşil asmacığa onu eş yapmağa karar verdim.
Tıpkı nargileye benziyen nargile çiçeğini Arab, Acem tiryakileri görürlerse mutlaka çekişe çekişe alacaklardır. Narin muz fidanını görünce Mısırı ve Kıbrısı hatırladım.
Karlı dağlarda yaşıyan buz çiçeği, sarı akubya, Avrupanın katmerli pembe gülleri, dalları şemsiye gibi açılmış gül fidanlarının temaşasına doyulmuyor.
***
Çiçekçiler Cemiyetinin Reisi Rifat Zühtünün Nizam caddesindeki bahçesinden getirdiği 100 ü mütecaviz tenekeler içinde karanfillerin her türlüsü var. Yalnız karanfil ve çiçek sovanIarı yetiştirilen bu bahçede 20,000 den ziyade kök karanfil var.
Vaktile Avrupa, Amerika ve İtalyadan getirttiği fidanları ve sovanları ıslah ederek ne büyük işler görüyor? Her sene kış için 3000 teneke kök karanfil sobalarla ısıtılan camekanlı odalarda çiçek verdikçe veriyor.
Bahçıvan Refik ve Hasanın getirdikleri sekiz türlü karanfilin gümrahlıklarına hayran kaldım. Mecidiye köyünde yetiştirilen bu nevi karanfiller ilkbaharda olanca bereketile çiçek verir.
Kasımpaşalı Mimonun küpe, ortanca, begonya ve bahusus çardağa kurulan ve pembe çiçeklerile herkesi teshir eden mukavilyasına bayıldım!
Heybeliadada mandalina ve çiçek bahçeleri sahibi mütehassısı Sadığın yerli vazolarda teşhir ettiği klayol ve türlü türlü karanfiller nekadar hoş duruyorlar.
Çiçek sergisini gezdikten sonra bende şu intibalar husule geldi: Taksim bahçesinde ilk defa açılan sergi pek mükemmel olmuştu. Vilayet dairesindeki ikinci ve üçüncü sergiler daha geri idiler. Dördüncü defa olarak açılan Büyükada sergisi daha az ve daha geridir. Bu sergilerin ne için seneden seneye gerilediklerini Ziraat Dairesile Çiçekçiler Cemiyeti mütalaa etmelidir.
Çiçekçilik ve çiçeklere alâka ve merak günden güne artmaktadır. Çiçek yetiştirenlerden daha ziyade çiçek satanlar çok para kazanıyorlar.
Çiçek yetiştiren birçok Türk bahçıvanlarından çiçeğin tanesini, demetini bir kuruşa satın alan bazı açıkgözler, aynı çiçeği taliblerine 10-20 kuruşa satarlar.
Birkaç liralık çiçek demetlerinin, çelenklerin 20-30-40 liraya satıldığını işitiyorum. Medeniyet, moda, estetik, nezaket, sağlık, neş’e ve şetaret, dostane münasebet ve karşılıklı menfaat işleri terakki ettikçe çiçekçilik te o nispette ileri gidiyor. Bunun için Çiçekçilik Cemiyetini himaye etmek, üyelerini çoğaltmak, Beyoğlunda, Ankarada ve vilayet merkezlerinde Türk çiçekçiliği için pazarlar açmak lazımdır.
Cumhuriyet, 1 Temmuz 1935, Pazartesi
Ne dersiniz?
Adalarda Keçiler
Adadaki çamları, çamlıkları korumak için şimdiye kadar bir çok tedbirler alındı. Çam neslinin kökünü kurtarmak için tomar tomar projeler yapıldı. Mütehassıslar getirildi. Raporlar hazırlandı. İşin sonunda Ada çamlarını kurutan, kemiren kurtlara karşı esaslı bir mücadeleye giçilmesi kararlaştı..
Ada çamları, buna rağmen, tıpkı bir verem gibi her gün için için kendi kendilerini yiyor, günden güne sararıp soluyor.
Neden?
Çünkü kurttan, burnu böcekten başka bu çamların canına kasteden bir belâ var: O da keçilerdir. Bu belâ, bu salgın, böceklerden kurtlardan bin defa, milyon defa daha büyük olduğu halde nedense birçoklarımızın gözünden kaçıyor.
Ada çamlarını harap eden bu tehlike, müthiştir. Yangın kadar feci ve korkunçtur. Çünkü keçinin gezdiği yerde ot bitmez.
Canbaz gibi atik, kertenkele gibi tırmanıcı olan bu açık göz sakallı, gece gündüz yeni yetişen fidanlar arasında dolaşarak, eskilerini kemirerek, Ada çamlarını altüst etmektedir. Onun için eğer, beş on şehir içinde Adadaki çamlıkların gittikçe ihtiyarladığını, çöktüğünü görürsek hayret etmiyelim! Kabahati zavallı, minimini kurtcağızlara yüklemiyelim!
Hatırımızda kaldığına göre bundan epeyce bir zaman evvel Ankaranın imarı için Amerikalı bir mütehassıs getirilmişti. Bu mütehassıs raporunda bir şehrin ağaçlandırılması için, keçi, koyun gibi hayvanların boş boş olarak değil, ağıllarda ve kapalı yerlerde yetiştirilmesini tavsiye ediyordu. Onun söylediklerine nazaran bu hayvanlar ağaçlar ve fidanlar için büyük zarar yapmaktadırlar.
Hoş, keçinin bu zararlarını görmek için Amerikalı mütehassıs olmağa hacet yok ya ne ise...
Keçisi olanlar, bahçelerinin halinden Amerikalı mütehassıs kadara vaziyeti anlarlar...
Hem Adalarda keçilerden başka çamları bozan bir başka hayvan daha vardır. O da hâşâ huzurunuzda eşekler!...
Gündüz başı boş keçiler, gece salma bırakılan eşekler, elele verip Ada çamlıklarının altından girip üstünden çıkmaktadırlar.
Eğer Ada çamlıklarını istiyorsak, bunlara karşı derhal tedbir almalı ve adaları mera olmakta kurtarmalıyız.
Ama sakalımız yok ki, sözümüz dinlensin, fakat sakalı vardır diye Keçinin hatırından çıkmayacak değiliz ya...
Biz böyle düşünüyoruz.
Siz ne dersiniz?
Tan, 29 Temmuz 1935, Pazartesi
Büyükadanın su ihtiyacı
Belediye bu günlerde depoları yaptırmağa başlıyor
Büyükadayı behemehal su derdinden kurtarmağa karar veren İlbay ve Şarbay bay Muhiddin Üstündağın bu güzel isteğine erişmek üzere yeni ve kestirme bir adım daha attığını sevinçle haber aldık.
Şimdiye kadar gösterilen gayretlere rağmen Adaya su taşıyacak uygun bir gemi bulunamamıştır.
Bay Muhiddin Üstündağ, Ada suyunu mutlaka temin etmek istediğinden, münasip bir vapur buluncaya kadar, suyun evlere akıtılmasını temin edecek olan hazırlıklara başlanmasına karar vermiştir. Bunun için Büyükadada eskiden beri mevcud olan Kazoğlu su deposunun tamiri ile buraya yeni bir depo daha yapılmasını ve depodaki suyu binalara sevkedecek su şebekesinin de hemen döşenmesini sular idaresine bildirmiştir.
Yeni alınacak ve Türk sancağını taşıyacak gemilerin on beş yaşından büyük olmaması esası kabul edildiğine göre belediye, münasip bir su vapuru bulmakta müşkülata uğruyor. Maamafih Kazoğlu deposu tamir edilinceye ve yeni depo yapılıp boruların tesisi bitinceye kadar münasip bir vapur da bulunacaktır. İnşaata bugünlerde hemen başlanacaktır.
Belediyenin Ada suyu için belediyeler bankasından borç alacağı yüz elli bin liranın yüz bin lirası bugünlerde belediyeye verilecektir. Bu yüz bin lira bu tesisata sarfedilecektir.
Bay Muhiddin Üstündağ, her halde Adayı yakın bir zamanda suya kavuşturacaktır.
Akşam, 9 Temmuz 1935, Salı
Ada Şenlikleri
Bu hafta kır balosu ve pijama müsabakası var
Yıllardanberi herkesin ağzından acı bir şikayet duyuluyor: İstanbulda eğIenecek yer yok ki.. Eski tarihi eserleri Romadan bile daha çok olan İstanbulun hele tabii güzellikleri, tabii şekilde eğlenecek yerleri yeryüzünde bir eşi daha bulunmıyacak kadar zengin, binbir gece masallarına dekor olacak kadar tılsımlıdır. Bunu bütün dünya bildiği halde bizler nedense bilmemezliğe, görmemezliğe geldiğimiz için yıllardanberi adeta kendimize de herkese de unutturmuş gibiyiz. Bu eşi bulunmıyan hazinenin zenginliğini, parlaklığını ortaya çıkarmak için son günlerde büyük bir kımıldanma var.
Adaları, Boğaziçini, Çamlıcayı güzelleştirmek için kurumlar yapılıyor; bunlar İstanbulun bu güzel köşelerindeki eğlence yerlerini canlandırmak, yeni, yeni eğlenceler bulmak için çalışıyorlar.
Birkaç haftadanberi Adada çiçek sergisi, çiçek bayramı, eşek yarışı yapan, bundan sonra da deniz eğlenceleri, yarışlar hazırlayan Adaları Güzelleştirme kurumu bu hafta bir kır balosu tertib etmiştir. Balo 13 temmuz cumartesi akşamı saat 22 de Büyükadada (Luna Parkta) yapılacaktır. Kır balosunun eğlencesini tadını artırmak için bir de pijama müsabakası açılmıştır. Bu müsabakaya İstanbulun, Beyoğlunun en tanınmış terzileri girecek, en çok beğenilen pijamalara mükafatlar verilecektir. Gece kır balosundan İstanbula dönüş için ayrıca bir vapur teminine de teşebbüs edilmiştir.
Cumhuriyet, 11 Temmuz 1935, Perşembe
Heybeliler bol ışık istiyorlar
Heybeliada rıhtımının betondan tamir edilmesi işi ilerlemiştir. Bayındırlık işi dolayısile rıhtım boyunda mütemadiyen işçiler ve yol makineleri çalıştırılmaktadır. Rıhtımın sağlam yapılarak, bu sefer olduğu gibi, tekrar çabuk çökmemesine çalışılmaktadır. Ancak rıhtım yerine, gene bu alanı aydınlatacak kadar lamba konmıyacağı görülmektedir. Rıhtım yeni baştan yapılır ve bu saha şenlendirilirken, az bir masrafla rıhtımın aydınlatılmasını Heybelililer büyük bir alaka ile istemektedirler. Hiç olmazsa Büyükada rıhtımındaki aydınlığın dörtte biri derecesinde buraya ışık verilmesi, gece hayatı sönük olan bu adada yeni bir yaşama uyandıracaktır. İstanbul Şarbaylığının Heybelilerin bu isteğini yerine getireceği umulmaktadır. Biten büyük tur yolu, arabalara da tamamile açılmıştır.
Tan, 21 Temmuz 1935, Pazar
Adalarda Dünkü yarışlar
Adaları güzelleştirme kurumu tarafından tertip edilen deniz yarışları dün saat 17,30 da Büyükadada yapılmıştır.
Yarışlara 16 merkep girmiştir. Merkepler iki kısma ayrılmışlar, birinci kısmına, İstanbul klüplerinden iştirak eden gençler bindirilmiştir. Bu kafile Nizam tarafına doğru harekete ederek küçük tur yapmıştır.
Diğer sekiz merkebe Adadaki klüp gençleri bindirilmiştir. Bunlar da Maaz yolile küçük tura çıkmışlardır. Yarış, Maden, Lunapark ve Nizam istikametinden telefonla takip edilmiştir.
Neticede dağcılık klübünden Metin Üstündağ 25 dakika 33 saniyede birinci gelmiştir. İkinciliği Galatasaraydan Hasan Saimin bindiği 3 numaralı merkep, üçüncülüğü Adalı Nedimin bindiği 10 numaralı merkep kazanmışlardır. Adadan Muhibin bindiği merkep te dördüncü olmuş tur.
Birinciliği kazanan merkebin numarası şeametine rağmen 13 numarayı taşıyordu.
Yarıştan sonra, kazananlara sırasile kırmızı, yeşil, mavi, sarı renkte bayraklar verilmiştir. Bu bayrakların üstünde adaları güzelleştirme kurumunun ilk harfleri ile uzun kulaklı bir baş resmi vardı.
Birinciliği ve ikinciliği kazanan adalı merkeplerin sahibi Nihada 22,5 lira, üçüncülüğü kazanan merkep sahibi Mehmet Aliye de 5 lira ikramiye verilmiştir. Yarışlar saat 6,5 ta nihayet bulmuştur.
Tan, 8 Temmuz 1935, Pazartesi
Vapur içinde giyinme, soyunma yeri
Kadro haricine çıkarılan Akay İdaresinin Büyükada vapuru, Adaları Güzelleştirme cemiyeti tarafından satın alınarak Yürükali plajı önüne getirilecektir. Vapur, burada banyonun giyinip soyunma yeri vazifesini görecektir.
Tan, 8 Temmuz 1935, Pazartesi
Plâjların fiatları tespit ediliyor
Belediye plâjlarda yaptığı tetkikat sonunda buralara ait ücretleri tespit ederken plajları iki kısma ayırmaktadır. Suadiye, Altınkum, Heybeli ve emsali gibi birinci sınıf olan plâjlarda mayo, havlu, başlık ve ayakkabılara beşer kuruş ücret konmuştur. İçeri girme ve yıkanma 20 kuruştur. Hususi kabine ücretleri ise serbest bırakılmıştır. Kumkapı, Yenikapı, Bakırköy ve emsali gibi ikinci sınıf banyo yerlerine girme ve yıkanma 15, mayo 5 ve havlu iççin de yüz para kabul edilmiştir.
Tan, 12 Temmuz 1935, Cuma
Bir adam denizde Boğuldu
Burgazadasında sanatoryomda hademe Hasan, arkadaşlarile beraber yüzerken kuvveti kesilmiş ve deniz ortasında imdadına yetişilemiyerek boğulmuştur. Ceset bulunmuş, gömülmesine izin verilmiştir.
Tan, 17 Temmuz 1935, Çarşamba
LÜTFi FiKRiNiN
Adadaki Köşkleri Satılıyor
Terkesine mahkemece el konulan İstanbul barosu eski reisi avukat Lütfi Fikri’nin mutasarrıfı bulunduğu, 1) Büyükadada Nizamda Ziya Paşa sokağında yeni 3-9 ve 3 mükerrer ve 3-3-1 ve 7 ve 7-2 No’lu 5484 metre murabbaı sahası üzerinde köşk, Hane ve bağçesi açık artırma suretile 12-8-935 pazartesı saat 14 de satılacaktır. Tahmin edilen kıymeti 7109 lira 50 kuruştur. Dellâliye resmi ve ihale pulu müşterisine aiddir. İstekli olanların kıymetininyüzde 7 buçuğu nisbetinde pey akçesile gösterilen gün ve saatte Beyoğlu Dördüncü sulh hukuk mahkemesinde hazır bulunmaları lazımdır. Tafsilatı: 2) Kapıdan girerken soldaki bina (7-2, 7-3 - 1.3) numaralıdır. Ahşap bir köşk kagir bir ahır ve bir bahçeden ibarettir. Ahşap köşkün dahili ve harici yağlıboyadır. Alt kat zemini çini taşlık ve iki oda ve bir mutfak ve üst katı bir sofa ve sokak cihetinde iki oda ve bir hâla vardır. Bu binanın ayrı kapısı olub başlı başına kiraya verilmekte olub 935 ikinci Teşrinin sonuna kadar kiraya verilmiş olub kiracı o tarihe kadar oturmak hakkına maliktir. Bu zamanın kirası da terekeye aiddir. 3) Kagir iki katlı hizmetçilere mahsus binanın alt katı ahırdır. 4) Büyük köşk doğrudan doğruya zemin üzerine inşa edilmiş bir kattır. Zemini renkli çini ile döşenmiş yekdiğerinden ayrı iki taşlık ve beş oda ve bir mutfak ve bir banyo mahalli ve bir hâladan ibarettir. Dahil ve harici yağlıboya ile boyanmıştır. 5) Küçük köşk iki kattır: Alt katta ufak bir sofa vardır. Merdivenle üst kata çıkıldıkda ufak bir sofa ve ufak bir odadan ibarettir. Yağlıboya ile boyanmıştır. 6) Bahçe güzel tarh ve tanzim edilmiş ve bir çok yetişmiş çam ağaçlarını muhtevidir. Etrafı muntazam kagir duvar ile çevrilmiş olub ayrıca sokağa kapısı vardır. Daha fazla malûmat almak isteyenler 934/ 125 dosya numarasi ile Beyoğlu Dördüncü Sulh Hukuk mahkemesi kalemine başvurmaları ilan olunur. (13095)
Tan, 17 Temmuz 1935, Çarşamba
POLiS
Bir Çocuk Arazöz Altında Öldü
Heybeliadada dün caddeler sulanırken, itfaiye şoförü Selimin idare ettiği 96 numaralı arazöz, balıkçı Aleksinin on yaşındaki çocuğu Hristo’yu çiğnedi ve öldürdü.
Arazöz akşam üzeri çarşıyı sularken, çocuklar sokakta oynuyorlardı. Hristo birdenbire arazözün önüne doğru yürüdü. Şoför hemen manevra yapmak istedi, fakat muvaffak olamadı. Çocuk tekerleklerin altına gitti. Hristonun böyle tekerlekler altına gittiğini gören Selim bayıldı. Tekerleklerin altından çıkarılan çocuk hemen eczahaneye götürüldü, fa kat orada öldü. Heybeliada komiseri Hasan Çetinel tahkikata el koymuştur. Şoför tevkif edilmiştir. Şahitler dinlenmektedir.
Tan, 20 Temmuz 1935, Cumartesi