Ali Erkurt bu sayımızda “Malûlgazi Cd. No. 14” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Yazı, son günlerde el değiştiren ve belli ki yeni bir işlevle elden geçirilmeye hazırlanan bir güzel ev ile ilgili. Ali, 1950’ler ait olabileceğini yazmış yazısında. Adalarımızın modern mimarlık örneklerinden biri demiş. Özelliklerini saymış, fotoğraflamış. Bu özellikleri korunarak elden geçirileceğine ilişkin umudunu da dile getirmiş.
Söz konusu bina, çevresindeki tarihi yapılarla birlikte değerli diyor Ali Erkurt. Komşularından söz ediyor. Kayıtlarda binanın ilk sahiplerini bulamamış. Yaptıranı da yapanı da belli değil şimdilik. Belki önümüzdeki günlerde öğreniriz.
Binanın sahiplerinden ve komşularından bahis açılınca, ben de dayanamadım, yayımladığımız kitaplarda kaynak taramasına giriştim.
Bu konularda en büyük yardımcım, “Büyükada: Bir Ada Öyküsü” kitabı ve yazarı Semiha Akpınar oluyor. Kitapta çok sayıda tanıklık var biliyorsunuz. Büyük bölümü aramızda olmayan, yaşamını yitirmiş tanıklar bunlar. Bu yüzden de kitap ayrı bir değer taşıyor.
Malûlgazi Caddesindeki komşularını kitapta anlatan üç önemli tanıklık var. Biri Tiraje Dikmen, diğeri Katerina Eli Agnidis ve Nüveyre Bayraktar. Tiraje Dikmen ve ailesi, bu caddedeki 13 kapı numaralı evde, daha sonra yaşamının sonuna kadar yaşadığı Bahçelerönü sokaktaki eve taşınmadan önce yaşamışlar. Dolayısıyla söz konusu ev, bu taşınmadan sonra yapılmış ve Tiraje hanımın tanıklıkları arasında bulunmuyor. Eli Agnidis ise bu evden ne yazık ki söz etmiyor. Nüveyre Bayraktar da öyle.
Taramayı yaparken, Tiraje Hanımın, bu evin hemen karşı komşusu olan evden söz ettiği bir paragraf dikkatimi çekti. Şöyle diyordu Tiraje Dikmen: “Malûlgazi Caddesi’ndeki komşularımıza dönersek, Çınar Meydanı istikametinde bir karşı komşumuz da, bahçesi Selvili Cami Sokağı’nın köşesine kadar gelen, girişi caddede olan büyük kâgir evde Talha bey, hanımı ve kızları Fatine hanım yaşıyordu, (onun bir beyaz köpeği vardı) Fatine Hanım İstanbul Belediyesi’nden Kemal Bey’le evlenmişti, yıllar sonra oğulları dahil aile dramlarla yok olmuş. O binada bir yaz Şevket Mocan ailesi kalmıştı (kızları Ayşe Baştımar). Ev duruyor ve bakımlı.”
Aileden söz ederken “yıllar sonra oğulları dahil aile dramlarla yok olmuş” diyordu ya, dayanamadım, internette bu isimleri araştırdığımda önüme, Taner Ay tarafından kaleme alınmış, Kemal Râgıp Enson’un yaşamı ve eserlerine ilişkin bir yazı düştü.
Yazı, çok da bilinmeyen bir yazarın “Oğlumla Başbaşa” isimli kitabını, daha doğrusu kitaba konu olan dramatik yaşam öyküsünü konu ediyordu. Yazarın izniyle yazının bu bölümünü paylaşmak istiyorum:
UNUTULMUŞ YAZARLAR – 6
...
Bildiğim kadarıyla Kemal Râgıp Enson’un yaşamına ve eserlerine ilişkin akademik bir çalışma yapılmamıştır. Bu elbette akademik bir ayıptır, peki ama 2 ciltlik ve 944 sayfalık Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi‘nde ( Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 2001 ) bir “Kemal Râgıp Enson” maddesinin bulunmayışına ne diyeceğiz? Kemal Râgıp sanki herkesin hâfızasından silinmiş, sanki Bâb-ı Âli’den hiçbir arkadaşı olmamış gibi, yokuşta şöhret sâhibi olmuş zevât-ı muhteremenin hâtırâtında da yok; onun okuyanı ağlatan Oğlumla Başbaşa ( Cumhuriyet Matbaası, 1954 ) isimli kitabı olmasa, Kemal Râgıp isminde birinin sâhiden yaşayıp yaşamadığı husûsunda bile şüpheye düşeceğiz.
Âtıf’ın İntihârı
Muharrir Kemal Râgıp ile Fatine Hanım’ın oğulları Âtıf, ilkokuldan sonra 1943 yılının Eylül ayında Nişantaşı’ndaki English High School’a başlar ve buradan 1948 yılının Haziran ayında mezûn olur. Ardından İstanbul Amerikan Robert Koleji’ne kaydolur; emeli Belfast Üniversitesi’nde Gemi İnşâat Mühendisliği okumaktır. Belfast’tan kabûl mektubu gelirse de, paraları yoktur, evlerini rehîn gösterip banka kredisi peşine düşerler. Fatine Hanım tam da para sorununu çözmek üzereyken, Âtıf ikmâle kalır ve Belfast Üniversitesi işi o yıl için suya düşer. Büyük bir hâyal kırıklığı yaşayan Âtıf, 4 Haziran 1951 günü biri İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne hitâben, diğeri de ebeveynine hitâben 2 mektup yazıp, “muvaffak olamadığı için” intihâr edeceğini belirtmeyi düşünür. Fatine Hanım oğlu bu mektupları yazarken tesâdüfen görür ve onları Âtıf’ın elinden kapıp Kemal Râgıp’a verir.
” Ben bu yarıda kalmış mektuba şöyle bir göz attım; hepsini okuyup bitirmeden ne olduğunu anladım. Yakandan yakaladım. Benden çok kuvvetliydin, öyle iken seni savurdum, yere yatırdım. Nerene gelirse vuruyordum. Sen hiç sesini çıkarmadın. Kaçıp kurtulmak şöyle dursun, hiç kımıldamıyordun,” ( Oğlumla Başbaşa, s. 18, 1954 ).
Kemal Râgıp Bey ve Fatine Hanım, oğullarının karakteri nedeniyle böyle bir çılgınlık yapmayacağı, bu mektupları üzüntüsünden ve utancından yazmış olabileceği düşüncesindedirler.
Âtıf, göğüs 104, omuzlar 126 ve pazular 36 bir delikanlıdır; babası gibi biraz mesâfeli ve biraz geçimsiz olmasına karşın, kızlar ona bayılıyorlardır. Hayvanları çok seviyor, bulduğu ne kadar sâhipsiz kedi ve köpek yavrusu varsa apartmanın bahçesine getirip besliyordu. Avcılıktan ve avcılardan nefret ediyor, tavukların kesilmesine hiç tahammül edemiyordu. Her sabah yatağından kalktığında, ilk işi balkonlarına gelen kuşlara yem vermek oluyordu. Sinemalarda “Donald Duck” veya “Tom ve Jerry” filmi varsa kaçırmıyor, yaşıtlarının sevdiği şarkılara kulaklarını tıkıyordu. Yurt dışından getirttiği denizcilikle ilgili kitapların ve kütüphânesindeki Shakespeare külliyyâtının dışında, ucuz romanları okumayı da seviyordu. Muharrir babasıyla bir o yüzden sık sık kapışırlar.
” ... Amerika’da basılmış, pek ucuz satılan açık saçık hikâyeleri, deli dolu mâcerâları, polis romanlarını bulup alıyordun. Evde kaldığın günler, sofrada, yatakta, radyonun başında hep bunları okurdun. Seninle en çok bunun için anlaşamazdık. Hep bunun için birbirimizi kırıyorduk. Birkaç tanesi yırtıp attığım bile olmuştu,” ( Oğlumla Başbaşa, s. 77, 1954 ).
Yaradılışı itibâriyle sokulgan olmadığından, ne English High School’da ne de İstanbul Amerikan Robert Koleji’nde bir muhîti vardır; muhtemelen arkadaşlarının alaylarına rağmen son günlerine kadar da yegâne arkadaşı babasıydı. Birlikte uzun yürüyüşlere çıkarlar, denize açılırlar ve boks çalışırlardı.
” Senin böyle değişmende, benden uzaklaşmanda, kız olsun erkek olsun tanıdıklarının ve okul arkadaşlarının pek büyük tesiri oldu. Bir çocuğun annesi veya babası okula uğrayacak olsa , bir çocuğu annesiyle babasıyla birlikte görecek olsalar, onunla eğlenip alay ederlermiş. Bu öteden beri böyleymiş. Hele senin sinemaya giderken, kotrada gezerken, dağlarda ve kırlarda dolaşırken benden hiç ayrılmadığını gördükçe bütün arkadaşların sana takılıyorlarmış. Bunları bize bile anlattığın olurdu,” ( Oğlumla Başbaşa, s. 26, 1954 ).
Bir ara aile dostlarından zengin birinin kendinden birkaç yaş büyük kızıyla arkadaşlık yapar ama, kızın dünyasının pek uzağında olduğunu görünce onunla görüşmeyi kesmiştir. İlk ciddî ilişkisini Alsaslı ve 3 çocuklu bir kadınla yaşayacaktır:
” Karşına çıkan ilk kadın, bir Alsaslı idi; harb yıllarını Alman kamplarında geçirmiş, sonra da birkaç kocaya varmış, üç çocuklu bir dişi... Senin için bir eğlence olur, biraz da tecrübe yerine geçer diye ben ona bile ses çıkarmadım. Üstelik, sana kolaylık gösterirdim. Kadın ne Türkçe ne de İngilizce biliyordu. Seninse Fransızcan yoktu. Bende İngilizce’den Fransızca’ya, Fransızca’dan İngilizce’ye bir sözlük vardı. Onu sana verdim. Söylemek istediklerinin İngilizcesini buluyor, onun Fransızca karşılığını kadına gösteriyordun. İlk başta böylelikle konuşup anlaşıyordunuz. Kadının kocası İstanbul’da yoktu. Sen onun karşısına yakışıklı ve güçlü kuvvetli bir delikanlı olarak çıkınca, zâten sana hemen göz koymuştu. Böylece biraz avunuyordun. Sonra, işin tadını kaçıracak gibi oldun. Ben de sana söylenmeye başlamıştım. Neyse ki o aralık kocası geldi, kadını alıp İstanbul’dan götürdü,” ( Oğlumla Başbaşa, s. 44 – 45, 1954 ).
Alsaslı kadından sonra hayatına babasının tanıdıklarının kızları girer. Sadece birinden babası sayesinde daha kızı hiç görmeden kurtulmuştur. O kızın babası Kemal Râgıp’ın askerlik arkadaşıdır ama, birbirlerini hiç sevmezlerdi. Nereden ve kimden duymuşsa, Âtıf’ın İngilizce’yi İngilizler’den bile iyi konuştuğunu öğrenmiştir. Bir gün tesâdüfen Kemal Râgıp ile karşılaştığında, patavatsız herifin ilk lâfı “Bizim kız da Amerikan Koleji’nde okuyor, oğluna alsana!” demez mi, Kemal Râgıp’ın ağzı açık kalır. Muharririmiz, adamın kızının çok esmer, yanakları tüylü ve hamam böceğini andırdığını bildiği için, oğlunun açık tenli ve yeşil gözlü kızlardan hoşlandığını söyleyip, mevzûyu kestirip atar. Diğeriyse, daha kotra almadıkları dönemde, yaz için yelkenlisini kiraladıkları arkadaşının kızıdır; esâsında Âtıf ile kız da okuldan tanışıyorlardır. Kıza Dostoyevski’nin bir kitabının İngilizce baskısını ödev vermişler, sınavda oradan soracaklarmış. Âtıf’tan kızına yardımcı olmasını recâ edip, baba oğulu hemen her gün Anadolu yakasında kiraladığı köşke davet eder. Âtıf’ın kızdan hoşlandığı besbellidir; ama bir gün babası onları işâret edip, Kemal Râgıp’a “Bu iş böyle ne olacak?” demez mi, Kemal Râgıp anlamazlıktan gelip susar. Fakat adam “Günün birinde bir emr-i vâkı karşısında kalırsak, ne yaparız? Kızıma güvenirim ama, ikimizin de ummadığı bir hâdise olursa kızın çantasını eline verir, doğru sizin eve gönderirim!” uyarısıyla konuşmasına devâm eder. Bir daha köşke gitmezler. Aradan aylar geçer, okullar açılır. Epey sonra, bir akşam, adam telefon açıp, Âtıf ile kızının sadece okulda değil, her yerde birlikte uygunsuz şekilde görüldüklerini îmâ edip, onlardan oğlana artık bir çeki düzen vermelerini ister. Kemal Râgıp, olay üzerine, oğluna nasâyihte bulunursa da, bunlar Âtıf’ın anne ve babasından uzaklaşmasının başlangıcı olacaktır.
” Bu kıza hep bunun için bir hıncım var; seni benden uzaklaştırdığı için. Yoksa insanın gönlü her türlüsüne konuyor. Sen de en düşkün bir kadına bile tutulabilirdin. Böyle kadınların arasında, kendine bağlanan erkeği büsbütün altüst edenler pek çoktur; fakat diğer yanda kocasını çekip çeviren, gerek iyi günlerinde gerekse kötü günlerinde onu bırakmayan kadınlar da görülmüştür. Senin karşına çıkan bu kız, en düşkün dişilerden bile daha zararlı oldu; seni en çok seven iki kişiden, annenle babandan ayırdı. Sen de bizden uzaklaşınca, yalnız kalır kalmaz kendini toparlayamadın. Olsa olsa seni böylelikle öldürdüler. Benim hıncım da yalnız bunadır,” ( Oğlumla Başbaşa, s. 52, 1954 ).
Âtıf’ın, gelişmeler karşısında, sadece ebeveyninden uzaklaşmadığı, o kızdan da sadece bir müddet için uzaklaştığı anlaşılıyor. Hemen ardından İstanbul Amerikan Robert Koleji’nden bir başka kızla arkadaşlığa başlar. Bu kız yüzünden okuldaki çocuklar Âtıf’ı sarakaya alırlar, kız için “kullanılmış mal” derler. Kemal Râgıp da aynı kanıdadır, onun için “dile düşmüş, başka türlü bir yosma” ifâdesini kullanır; ama bundan ziyâde kızın kendisini ziyâfete götüren genci bırakıp başkalarına yılışacak kadar saygısız ve görgüsüz olmasına kızar.
Âtıf’ın okula ve derslere karşı ilgisi epeydir bitmiştir, bunu arkadaşlarından sadece bir Rus kız fark eder; ona kendisini sıkmamamasını, istiyorsa okulun mühendislik kısmını bırakıp başka bir iş tutabileceğini söyler. O kıza, okulu bırakırsa annesinin çok üzüleceğini söyler. Üstelik, yıllarca Belediye’de turizm müdürlüğü ve müfettişlik yapan ( Cumhuriyet gazetesi, s. 6, 5 Mart 1937 ) Kemal Râgıp, iki yıl kadardır da işsizdir. 5 Eylül 1953 Cumartesi günü Âtıf’ın kalkülüs sınavı vardır, ama bunun bir müddet öncesinde de eski kız babasıyla ve dayısıyla birlikte Enson ailesinde yeni sorunlar yaratarak yeniden ortaya çıkmıştır. Sınavdan kaldığını o gün öğrendiği hâlde ebeveynine çok iyi geçtiğini söyler; Pazar günü Kemal Râgıp kotraya gider, Âtıf 2 gün sonra fizik dersinden sınava gireceği için evde kalır. Kemal Râgıp sintineyi temizler, güvertenin boyasını bitirir, ipleri neta yapar ve depoyu doldurur. Kotra artık Perşembe gününe hazırdır. Âtıf’ın sınavları Çarşamba günü biteceği için, ancak Perşembe günü kotraya inebilecektir. Akşam hep birlikte yemek yerler, sonra Âtıf masadan kalkıp elini ağzını bile yıkamadan elindeki bir Amerikan dergisiyle odasına çekilir.
” Arkandan baktım: Koridordan geçerken konuşuyor gibiydin. O gece gözüme çarpan yalnız bu oldu. Anlaşılan, delirmenin ilk sarsıntısı, işte o aralık başlamış!” ( Oğlumla Başbaşa, s. 6, 1954 ).
Kemal Râgıp masadan kalkıp, radyonun önündeki kanepeye uzanır ve gazetenin ilâvesini okumaya başlar. Bir müddet sonra içeriden Âtıf radyonun sesini biraz daha açmaları için seslenir.
” Evin içindeki o sessizlikte radyo duyulmayacak gibi değildi. Zavallı yavrum, demek ki beyninin içinde o meş’um uğultular başlamış. Radyoyu biraz daha açtım, ben de kendi odama çekildim. Gündüzün çok yorulmuştum; erkenden, 20.30 gibi yattım. Hemen uyumuşum; tatlı uykularımın sonuncusu. Belki de gaflet uykusu dedikleri...” ( Oğlumla Başbaşa, s. 6, 1954 ).
Fatine Hanım da 21.45’e kadar oturup, yatak odasına geçer. Uykuya dalmadan hemen önce Âtıf’ın banyoya girdiğini, dilerini fırçalayıp elini yüzünü yıkadığını işitmiş, oğlanın odasının ışıkları sönünce o da uykuya dalmış.
” Ertesi sabah, annenle ikimiz, her günkü gibi erkenden kalktık. Ben traş oldum. Soyundum, yıkanmaya hazırlanıyordum. Annen, evin denize bakan yüzündeki balkona çıkmıştı. Onun durduğu yerden, senin odandaki balkon da görünüyordu. Birdenbire bağırmaya başladığını duydum. Kulağımdan gitmeyen seslerden biri de bu... Sonra, içeriye doğru koşmaya başladı. Ne olduğunu soracak kadar olmadı. İlk önce ben senin odana koştum. Kapıya el attım. İçeriden kilitliydi. Dayandım, kıramadım. Annen de gelmişti, birlikte yüklendik; kilit yerinden fırladı. İçeriye girdik. İlk önce odandaki balkonun kapısında senin gölgeni seçtim. Gözümde gözlük yoktu. Uzaktan iyi göremedim. Sanki hastalanmışsın da balkondan dışarıya sarkmış, baygınlık geçiriyormuşsun gibi geldi. Ne olduğunu birdenbire anlayamadım.
Sana seslenmiş olacağım ki, kendi sesim o günden beri bir türlü kulaklarımdan gitmiyor!
Yanına sokulduktan sonra gördüm: Çırılçıplaktın. Geceleri hep çıplak, sadece donla yatardın. Şimdi üzerinde don da yoktu. Yüzün, o güzel yüzün, dudakların, hepsi morarmıştı; dilin dışarıya fırlamış, şişmişti. Gözlerin yarı aralıktı. Kıvırcık kirpiklerinin arasından, gözlerinin yeşile çalan elâ rengine bir gölge çökmüştü.
Sana sarıldım. Hani, denizde uzun uzun yüzdükten sonra üşüdüğün günler olurdu ya, şimdi de öyle soğuktun. Buna alıştığım için önce yadırgamadım. Hem daha senin üstüne ölümü konduramıyordum, bayılmışsın sanıyordum. Ben de çıplaktım; göğsün göğsümün üstünde, belin kollarımın arasında, bilmiyorum, öylece ne kadar geçti. Bekliyordum. Kendine geleceksin, yavaş yavaş kımıldayacaksın, doğrulacaksın, kollarımın arasından sıyrılacaksın, diye bekledim.
Boynundaki ipi neden sonra gördüm. Annen benden önce görmüş, onu çıkarmaya uğraşıyordu. İpin bir ucu balkon kapısının üstüne takılıydı; ben seni kucaklayınca yerinden kurtuldu. O kadar iğreti takılmış. Bu kadar çabuk, bu kadar kolay yerinden çıkabilecekmiş demek ki; keşke sen daha onu boynuna takıp da çırpınmaya, kıvranmaya başlar başlamaz yerinden fırlamış olsaydı. Belki yere düşünce kendine gelirdin, vaz geçerdin.
Annen boynundan ipi çıkardı; daha o sabah antreman yaptığın parakete ipi... Boynunda onun izi vardı; boylu boyunca kan oturmuş da çürümüş gibi, derin, mosmor bir çizgi. Kolların, bacakların kıvrılmış, katılaşmışlardı. Sanki bir yerini acıtmaktan korkuyormuşuz gibi, yavaş yavaş, seni yere bırakırken dizlerin yine öyle kıvrık duruyordu.
Annenin kıvranışını görebilsen, iniltisini duyabilsen, yaptığına pişman olurdun Âtıf!
Ondan sonrası anlatılır gibi değil...” ( Oğlumla Başbaşa, s. 7 – 8, 1954 ).
Gelen doktor ölüm morluklarının başlamış olduğunu, aradan 6 veya 7 saat kadar geçmiş olabileceğini söyler. Buna nazaran 15 Ağustos doğumlu olan Âtıf henüz 22 yaşındayken 6 / 7 Eylül 1953 tarihinde hayata vedâ etmiştir.
Âtıf, artık Zincirlikuyu Mezarlığı’nın Ada E kısmındaki 111 numaralı mezarda ebedî uykusundadır. Mezarlık Müdürlüğü kayıtlarında defin tarihi 7 Eylül 1953 günü olarak görünmektedir.
Fatine Hanım’ın İntihârı
Fatine Hanım, bir hafta boyunca her gün Zincirlikuyu Mezarlığı’na Âtıf’ı ziyârete gider; sonra parasını yatırıp Âtıf’ın yanındaki yeri kendisi için satın alır. Tüfekçi Salih Sokağı No.7 D. 5’deki evlerine döndüğünde, Kemal Râgıp karısında bir başkalık, bir sükûnet, bir tevekkül ve bir ferâhlık hisseder ama, kendisi bunların ne manâya gelebileceğini düşünecek hâlde değildir. O gece ikisi de uyku ilâcı alıp, yatarlar. Sabah 06.30 gibi Fâtine Hanım’ın kalktığını duymasına rağmen, yeniden dalar.
15 Eylül 1953, Âtıf’ın vefâtının sekinci günüdür.
” ... annenin yazın evde çorapsız gezdiği olurken, o sabah kalkar kalkmaz çoraplarına varıncaya kadar giyinmiş, biraz sonra evin içine üşüşecek yabancıların önüne dağınık bir kılıkta çıkmak istememişti. Anahtarı kapının üstünde bulduk. Açıp kaparken benim içeriden duyup uyanacağımı da düşünmüş, onun için kilidi anahtarla çevirip hiç ses çıkartmadan kapıyı öyle kapatmıştı. Daha sonra da parakete ipini, yine o ipi, merdiven başında, demir parmaklıkların arasında öyle sağlam bir yere takmıştı ki, ne o demir kırılırdı, ne de ip yerinden çıkardı. Yapacağını, kaç gündür ona göre tasarlamış, kurmuş, yerini de araştırmış ve bulmuştu.
Merdivenin parmaklıklarına ipi taktıktan sonra nasıl olmuş da o ağır vücûdla, o bir haftalık açlığın ve üzüntünün bitkinliği içinde trabzanların üstünden aşmış, nasıl olmuş da kendini birdenbire aşağıya koyuvermiş!” ( Oğlumla Başbaşa, s. 13 – 14, 1954 ).
Kemal Râgıp oğluna şöyle seslenir:
” Sen o gece odana çekilip de karanlıkta tek başına kalır kalmaz parakete ipinin iki ucuna birer ilmik yaparken, sonra da bir ucunu kendi boynuna geçirmeden önce, bir kâğıda iki satır yazıp bırakmayı bile düşünmemişsin. Oysa annen, sensiz yaşayamayacağını yazmış, kendi arkasından neler yapılmasını istiyorsa onları da bir bir kâğıda sıralamış, o kâğıtları da koynuna sokmuştu; onu öyle buldular,” ( Oğlumla Başbaşa, s. 13, 1954 ).
Oğluna seslenirken şunu da ekler:
” ... arkandan dilim varmıyor ama, senin yüzünden onsuz da kaldım!” (Oğlumla Başbaşa, s. 13, 1954 ).
Fatine Enson, Zincirlikuyu Mezarlığı’nın Ada E kısmında oğlunun yanındaki 112 numaralı mezara ebedî uykusuna indirilmiştir. Mezarlık Müdürlüğü kayıtlarında defin tarihi 16 Eylül 1953 günü olarak görünmektedir.
Kemal Râgıp’ın İntihârı
Kemal Râgıp, Oğlumla Başbaşa‘nın 25’inci sayfasında kendisi mizâcını şöyle anlatır:
” ... Beni başkalarına sevimsiz gösteren, herkesi benden uzaklaştıran hâllerim vardı.”
Kitabın 34’üncü sayfasındaysa şunu yazar:
” Kendimi bildim bileli kalabalığın arasına karıştıkça, karşıma hep benimle uğraşanlar çıktı. Çok kötülük gördüm. Kendimi hiç kimseye sevdiremedim.”
Kemal Râgıp biraz yanılıyordu; onu 1947 ile 1951 arasında Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nun “İstiklâl Caddesi No. 81 / 3” adresindeki yerinde tanıyan Çelik Gülersoy, bu bahtsız adamı Cumhuriyet gazetesinin 13 Şubat 1990 günlü nüshasının 9’uncu sayfasındaki yazısında sevgiyle yâd edecektir:
” ... Ufak tefek, ciddî ama sevimli, çok temiz giyimli bir gazeteci ve romancı. Yıllarca geldi, yazdı, konuştu ve saygın bir çevre yaptı. Tek çocuğu ve sevgili eşiyle mutlu bir hayatı vardı.”
Kemal Râgıp oğlunun intihârıyla hesaplaşmasını yazarak 4 Haziran 1954 günü tamamlar. Kitabın 98’inci sayfasındaki son sözü şudur:
” Eh oğlum, diyorum; biz de bir kolaylık yapacağız, onun da sırası gelecek elbette!”
Oğlumla Başbaşa Temmuz ayında Cumhuriyet Matbaası’nca basılır. Kitabın Cumhuriyet gazetesinin 28 Temmuz 1954 günlü nüshasının 2’nci sayfasında “Bu Kitabı İntihâr Aleyhinde Tefsir Ediyorum” başlığıyla küçücük bir tanıtımı yapılır. Aynı gazetenin sadece 3 gün sonraki 31 Temmuz 1954 günlü nüshasının baş sayfasındaysa, Kemal Râgıp ile oğlu Âtıf’ın fotoğraflarının altında “Muharrir Kemal Râgıp’ın Fecî ve Hazîn Ölümü” başlığı yer alacaktır.
Kemal Râgıp, artık Zincirlikuyu Mezarlığı’nın Ada E kısmındaki 113 numaralı mezarda oğlu Âtıf’ın ve zevcesi Fatine Hanım’ın yanında ebedî uykusundadır. Mezarlık Müdürlüğü kayıtlarında defin tarihi 31 Temmuz 1954 günü olarak görünmektedir.