Paradisos Gazinosu. Burgazada’nın 60 yıl önce en büyük eğlence yeri... Cumartesi geceleri, canlı orkestra eşliğinde ünlü ses sanatçılarını, grupları ağırlıyor bahçesinde. Devrin efsanevi akordeonisti, İstanbul Radyosu sanatçısı Taki Çenerini ve bastaTacettin Orturay’ın eşlik ettiği orkestrası, beynemlilel Şantöz Henny ve elektro gitarist Vasilaki çifti, “altı lisanda şarkı okuyan” Tavernalar Kralı Yorgo Vaporidis, buzuki Erol (Örter), Mavi Çocuklar... Niceleri...
Popüler müziğin yanında caz, rock’n roll da artık iyice kıpırdıyor. Genç müziğin “Elvis Presley’le başlayıp, Domenico Modugno ve Adriano Celentano’ya bağlandığı yıllar” (²)... Paradisos’un sahnesine Cem Karaca da çıkıyor. Gencecik delikanlı, 18 yaşında... İlk grubu Dinamikler eşliğinde başta Elvis Presley olmak üzere rock’n roll repertuarını seslendiriyor.
“Rock’n-roll ve twist figürleriyle şaşırtıyor da izleyenleri... ‘Hot sunshine’la başladığı uzun programını, ‘Hound Dog’ gibi çılgın tempolu rock şarkısıyla bitiriyor”. İlla partner gerektirmeyen “twist, bossa-nova, shake, la bamba, dörtlü ça-ça, locomotion, limbo” gibi danslar sahnede yerini alıyor.
“Kusura bakmasınlar gece kimsenin kimseyi rahatsız etmeye hakkı yok” vurgusuyla marjinalleştiren, varlığını iki saatlik ayarla, lütufla sürdüren müzik kısıtlamasının görünen bahanesi “rahatsızlık sendromu”, Burgazada’da yok: “Bazı geceler, geç vakitlere kadar şarkılı türkülü sandal gezileri yapılırdı... Kimse geceyarısından sonra, hatta kimi zaman sabahlara kadar süren müzik sesinden şikâyet etmezdi. Hele mehtap da varsa, keyfe bakın siz. İnsanlar gitarlarla, akordeonlarla sokaklarda şarkılar söyler, ıssız sahiller şenlik ateşleriyle donanırdı.”
İyi yazlar, iyi kışlar...
O yıllarda Burgaz’da Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Türkler, kökleri farklı ülkelerden Adalılar bir arada. Rengâhenk bir ada kültürü... Bu zenginlik, çeşitlilik müziğe, danslara da yansıyor, Adalı yaşam biçimine de... O dönem Burgazadalı olan herkes az çok Rumca da biliyor, en azından günlük konuşmaları az biraz anlıyor: “Adalılar Rumca şarkılarla eğlenir, Ahmetler Ametaki, Mehmetler Memetaki olmaktan hiç gocunmaz, ‘gâvur’ sözcüğü adada hiç duyulmazdı”.
Ülke, ülkedeki her “ada”, egemen zihniyet öyle değil tabii... Burgazada daha farklı: “6-7 Eylül (1955) olaylarından Büyükada ağır etkilenirken, Burgaz ve Kınalı’da bir cam bile kırılmıyor. Ada halkıyla içli dışlı, akraba gibi olan emniyet görevlileri, sahillerde mevzilenip, yabancı teknelerin adaya yanaşmasına izin vermiyorlar.”
Burgazada’nın Ermeni halkından Bercuhi Berberyan ve kardeşini, o yıllarda Rumca iki kelime çok etkiliyor: “Bizi en çok etkileyen şey sokaklarda, yaz başlarında Rumca ‘Kalo kalokeri’ (İyi yazlar), yaz sonlarında da ‘Kalo khimona’ (İyi kışlar) sözcüklerinin çınlaması olmuştur. Birincisi her tekrarlanışında, yazın daha yeni başladığını vurguladığından içimizi sevinçle doldurur, ikincisi de bitmek üzere olduğunu vurguladığından hüzünlendirirdi. Yıllarca sürdü bu, yıllarca... Şimdilerde adalarda, hangi dilden olursa olsun bu tür nezaket sözcükleri o kadar az duyulur oldu ki...”
Karpuz kabuğu takvimi
Mevsimleri doğadan çok bazen insanlar, onların şarkıları, mutlulukları-hüzünleri, coşkuları-durgunlukları, mevsimlere dair ezberleri, ritüelleri anlamlandırıyor, değiştiriyor. O günlerde doğa da henüz ezber bozmuyor. Ve Berberyan’ın Burgaz’a dair bu anekdotunun adanın o dönemdeki mevsimini, iklimini, doğanın mevsimler takviminden daha güzel anlattığı kesin. “Denize girmek, daha doğrusu deniz mevsiminin açılışını yapmak için karpuz kabuğunun denize düşmesi şarttı. Hani ‘Karpuz kabuğu düşmeden denize girilmez’ sözü vardır ya... Kıyı kıyı dolaşıp az mı karpuz kabuğu arardım... Denize bile düşmüştüm bir kere, eğilip de almaya çalışırken. Heybeliada’dan motorla gelip İstanbul’a gidecek vapuru bekleyen Deniz Harp Okulu öğrencilerinden biri, yere yüzükoyun yatarak ensemden tutup çıkarmıştı beni... Ben sudan çıkar çıkmaz ‘Ahi ne olur o karpuz kabuğunu da çıkar sudan’ diye yırtınmıştım. Çok gülmüşlerdi... Ne bilsinler benim denize düştüğüm için dayak yemeyi göze alarak, anneme karpuz kabuğunu gösterip deniz mevsiminin açılış iznini koparmaya niyetli olduğumu...”
Rakip milleti tutan seyirciler
Berberyan’ın kuzeni Silva, şirin, tatlı dilli, küçücük bir çocuk. Kendini o yılların İtalya güzeli, ünlü oyuncusu Silvana Pampanini ilan etmiş, adını öyle yapmış. Sık sık alıp başını gidiyor. Bir gün kaybolmuş... Herkes onu arıyor. Yok... Sonra haber geliyor, karakoldaymış: “Çaylar içilmiş, poğaçalar, çikolatalar yenmiş, elde dondurma, fonda bir müzik, küçük hanım polislere alkış tutturup masanın üstünde göbek atıyor.
Sokaklarda serseri serseri dolaşırken, kaybolduğunun farkına varıyor ve bir polisin yanına gidiyor: ‘Benim adım Silvana Pampanini. Vaftiz annem, Mehmet Usta’nın karşısında oturuyor’. Ondan sonra tüm polislerin gözbebeği oldu ve sık sık, düzenli olarak, pek pohpohlandığı bu karakol ziyaretlerini sürdürdü. Yolda gezerken bekçi, polis, rastladığımız her karakol mensubu, ‘Silvana Pampaniniii’ diye seslenirdi Silva’ya.”
Çocuklar, gençler arasında da ayrımcılık sezilmiyor o yıllarda. “Bir iki üçler, yaşasın Türkler /Dört beş altı, Polonya battı /Yedi sekiz dokuz Almanlar (Ruslar) domuz /On on bir on iki, İtalya tilki...” o “mahalle”ye tekerleme olmamış.
Ermeni, Rum, Yahudi, Türk olmaktan önce, bir aidiyet varsa “oralı”, “Adalı” olmaya dair gibi. Berberyan’ın anlattığı, Kınalı ve Burgazada arasındaki iddialı, hatta kavgalı, “derbi” basketbol maçları da o yıllara, “oralı” olmaya dair bir gösterge: “Kınalılı oyuncuların çoğu Ermeni, Burgazlı oyuncuların çoğu Rum... Biz Burgazlı Ermeniler, Kınalılı Ermenilere sinir olur, Burgazlı Rumları tutardık daima.”
Düğün-cenaze-bayram bir arada
Ne düğün, ne bayram, ne cenaze ayırmıyor onları... Kurban Bayramı’nda çocukların Müslümanı, Hıristiyanı birlikte ağlıyorlar, isim takıp evcilleştirdikleri, artık ev-mahalle halkından koyunun kesilmesinin ardından... “Noellerde, Müslüman çocuklar da bizimle, ellerinde konserve kutusundan yapılma kandiller, kapı kapı dolaşarak, ‘Hisus dzınav yev haydnetsav aavedis ... Aavedis (İsa doğdu ve belirdi, müjdeler olsun)’ tekerlemesini melodisiyle söyleyip bahşiş topluyorlar”.
Ramazan, Kurban Bayramları’nda da hep birlikte... Hıristiyan çocuklar da bayramlıkları giyip, kapı kapı dolaşıp el öpüyorlar ve ardından dört yanını düğümlendiklerini mendillerini, şeker, çikolata, bayram harçlığıyla dolduruyorlar. Berberyan’ın deyişiyle, “O zamanlar herkes her âdeti bilirdi. Hiç garip gelmezdi bize, böyle ritüellerin karışması. Hiç şaşırmazdık...”
Berberyan’ın öncülüğünde sapanla vurulan bir serçeyi mendile sarıp, kefenleyip, satenden bir düğün şekeri kutusuna koyuyorlar ve gömüyorlar mesela... Üzerine dallardan çabucak yaptıkları bir haç dikip, başında ağlayarak dua ediyorlar. Hıristiyan çocuklar “yarım yamalak bildikleri” Ermenice, Rumca dualar okurken, “Mehmet, Deniz ve Fatoş da onlarla birlikte ha gayret haç çıkarıyorlar sıraları gelince”... O an serçenin Hıristiyan olması icap etmiş; zira mezarın üzerine daldan bir haç yapıp koymak kolay.
Tehcir gören ninenin namazı
“Biz de ezan sesini her duyduğumuzda haç çıkarıp ‘Hayr Mer’ (‘Babamız’ duası) söylerdik. Onu da anneannemden öğrenmiştik ki o, haç çıkararak namaz kılardı. Ki tehcir görmüştü... ‘Hangi dinden olursa olsun insan insandır, Allah’ı birdir. Hangi dilden olursa olsun dua duadır’ derdi.
Anneannem bazen anlayamadığım duaları, bizim ‘Hayr Mer’e karıştırarak okurdu. ‘Bunu neden yapıyorsun?’ diye sorduğumuzda, ‘İcabı beyle olmuştur’ derdi. Biraz daha büyüdüğümde ‘Kuuvalla muuvalla...’ diye yuvarlayıverdiği bazı sözleri uydurduğunu düşünmüş, ‘Peki sen bu söylediklerini anlıyor musun?’ diye sormuştum. ‘Benim anlamaklığım lüzum değil, Allah anlar’ demişti.
Daha sonra ise onun yarım yamalak gevelediği duanın, ‘İhlas suresi’ olduğunu öğrendiğimde ‘Yaya sen bunu yanlış söylüyorsun. Madem ısrarla söylüyorsun bari doğrusunu öğren’ demiş ve ‘Kızım sana niye dert? Eğrisi doğrusuna denk gelir, Allah’ın takdiri birdir’ cevabını almıştım...”
O güzel insanlar, o güzel teknelere...
“Adalı” bu anlatılar, Thomas More’un “Utopia”sı, onun Adası gibi geliyor insana. Buram buram çocukluğun, ilk gençliğin nostaljisini, “Ada”yla yalıtılmış yaşanmış hatıralarını estirse de, o günlerde de bir “ütopya”, bir Utopia Adası. Dört tarafı yargılarla çevrili, bir küçük toprak parçası...
Böyle bir hayat, iklim mümkün müdür, hatta böyle bir hayatın “ana hedef”, “temel strateji” ekleminde ortak bir düşünce sistemine yerleşmesi, öngörülmesi gerçekçi, hatta gerekli midir... Bilmiyorum. Belki o kapsamda tartışılması bir önem de taşımıyor, bu güzel hatıraların yarattığı duygunun katında... Öyle “Ada”larda.
Lâkin o küçük “Ada”nın -bir dönem- dışında, az uzağında kalan zorlu, zalim hayatlar, hazin hatıralar o yıllarda da “çağ yangını”. Ki Berberyan’ın kitabına, hüzne dair bir noktalama işareti gibi sık yerleşen “Tabii onlar da sonra Yunanistan’a gitti...” cümlesi de bu hissiyatın, şartların somut dışavurumu; “Tabii”si de “o normal”in hüzünlü nidası... Burgazada (da) değişiyor ve o güzel insanlar o güzel teknelere binip gidiyor.
BİR KOY / BİR KADIN
SU PERİSİNİN NETÂMELİ ÖLÜMÜ
Bercuhi Berberyan’ın kitabının sadece hatıralarıyla değil adıyla da yaşayan kahramanlarından birisi Madam Martha Arat. Ama Burgazada’da “h”si düşüyor isminin, Marta oluyor. Onunla ilgili bilgiler, anlatılar da aslında “Ada”nın -o günlerde bile- diğer, arka, karanlık yüzünü de hissettiren kuvvetli ipuçları.
“Yaz kış denize çıplak giren, Arap asıllı Mısırlı Hıristiyan Marta... Yaz kış, soğuk suyla yıkanır, karda bile çorapsız gezermiş. ‘Yağmur suyunu biriktirir, her yağmur sonrası ‘Biraz Allah suyuyla yıkanayım’ deyip eve koşarmış. Su perisi gibiymiş Marta. Arkasından konuşan çokmuş ama öldüğünde çıplak yüzdüğü koya adını vermişler: Marta Koyu...”
Hep kızı olsun istemiş, adını Kleopatra koyacakmış, memleketinden... “Kocası ağırkanlı bir Ermeni’ydi, kayınvalidesi de İngiliz. Evliliğinin ilk yıllarında İngiliz kayınvalide onu biraz kilolu bulmuş da bedeni güzel ve sıkı olsun diye baleye göndermiş. O zamanlar Taksim’deki Halkevi’nde, ünlü bale hocası Lidia Krasa Arzumanova’dan bale dersleri almış”. Martha “her akşam rengârenk elbiseleriyle İskele’ye inip, eşini karşılaşırmış”. Bu “tarzı” da giderek “dedikodu malzemesi” olmuş, tonu giderek yükselen fısıltı külliyatına eklenmiş.
Adayı defalarca yangınlardan kurtarmış, canı gibi kollamış ağaçları: “Çok iyi kalpli bir kadındı Marta, fakir fukara dostu, hayvan dostu, doğa dostu, sevgi insanı... Açık dururdu evinin kapısı, isteyen girer dolabını açar, istediğini yerdi. Üç kuruşu varsa, ikisini olmayana verirdi”. Bir de... Denizden topladığı taşlarla, kabuklarla takılar yapar, onları çocuklara verirmiş; çocukların ilk masalı, yaşayan masal kahramanı Marta...
“Marta Teyze”nin denize yaz-kış ve o kuytu koyda çıplak girmesi, Berberyan’ın da çocukluk hayalleri, hatıraları arasına yerleşmiş: “Çok yalvarırdım anneme, günbatımında mutlaka denize giren Marta Teyze ile yüzmek için. İzin vermezdi. Sadece bir tek kere... (Martaların komşusu) Mehmet Usta’nın eşi Emine teyze ve annemler, akşama erkekler de geleceği için, elbirliğiyle yemek hazırlığına girişmişlerdi, diğer çocuklar; kardeşim, kuzenler, Gülten, Ayten, Nurten ve Alaeddin saklambaç oynamaya dalmışlardı...
Ben ağlamaya hazır onu izlemekteydim ki Marta teyze kolumdan tutup ‘Mızıldanmayı kes, yürü’ dedi. Peşi sıra öyle bir heyecan içinde seğirttim... Ben çocuk yaşımda, bir tek kere, namı dillere destan Marta ile çıplak yüzdüm muhteşem Marta Koyu’nda... İnsanın hayatı boyunca sadece bir tek kere yaşayabileceği zevk anlarından biri... Çocuk ruhum etkilenmiş ve zevkten gözlerim dolmuştu, kaynar gibi görünen, buz gibi suya girince.
Eğilip yüzüme baktı Marta ve ‘Neden ağlıyorsun’ diyeceğine ‘Sevdin mi?’ dedi. Anlamıştı.
O gün, öyle bir gündü işte. Aynı gün müydü, başka bir gün müydü?.. Marta bize, eski moda makaralı bir teyple egzotik müzikler çalıp dans da etmişti, renkli tüllere bürünerek... Salome’nin (Rita Haywort’ın başrolünde yer aldığı 1953 yapımı ünlü film) yedi tül dansı gibi bir şeydi. Kadınlar hafifseyen bir tavırla burunlarının dibinden gülümseyerek, arada bir birbirlerini imalı imalı dürtükleyerek izlemişlerdi.”
“Bu renk cümbüşüyle bezenmiş kadının tüm samimiyeti ve canlılığına rağmen” Ada’da dedikodular bitmemiş. Bazı kaynaklara göre dedikoduların ardı arkası kesilmeyince, hakkında söylenenlere daha fazla katlanamayan Marta, 1980’lerin başında ardında ‘’Artık rahat edersiniz’’ notunu bırakarak intihar etmiş. Ancak Berberyan’ın kitabında bu konudan “netâmeli bir ölüm” olarak söz etmesi, ölümünün ardından farklı “senaryoların düzülmesi”, önemli bir vurgu. Ve öyle ya da böyle, bu ülkede yaygın bir oksimoron olan faili herkesçe belli lâkin meçhul ölümlerden...
BİR MEZAR/BİR HATIRA
Burgazada’nın alâmeti fârikası Sait Faik tabii. Berberyan şöyle anlatıyor: Doktor Riko Eden da Sait Faik’in yakın dostu ve doktoru, dünya tatlısı. Dünya iyisi... Ve sonradan “Tabii ki o da Yunanistan’a gitmiş”. Adanın doktorlarından Selahattin Savaşkan da Sait Faik’le içki âlemlerinin müdavimlerinden... Lâkin eşi Melahat Teyze çok rahatsız bu buluşmalardan, sık sık ani baskınlarıyla ünlü. Melahat Hanım buluşmaları engelledikçe değişik yerler keşfediyorlar. Adanın tek ve emektar sütçüsü Bulgar Pandeli’nin dükkânı da deşifre olunca, Cennet Yolu’ndaki mezarlığın kıyısında içmeye karar veriyorlar. Oraya bakmak aklına gelmez yahut gece vakti mezarlığa girmeye korkar diye. Dr. Selahattin ölünce oğlu ada mezarlığında bir yer ayarlamaya çalışıyor. Ama o zamanlar bir avuç yer, tıklım tıklım dolu... Sonunda bir yer buluyorlar; o geceler boyu gizlice âlem yapıp, muhabbet ettikleri ışıklı çıpanın dibi.
(¹) “Yakın Ada, uzak Ada”, Nedim Hazar’ın yönettiği Burgazada belgeseli.
(²) Yazımda Burgazada’yla ilgili anlatılar, Bercuhi Berberyan’ın (Tatiana) “Burgazada Sevgilim...” kitabından alınmıştır. Aslında yazım o kitap sayesinde ve özünde bir kitabın yaşayan, aktarılan hikâyesi olarak hayat bulmuştur.
YAZI FOTOĞRAFI: KOYU DA-KULÜBESİ DE “ÖZELLEŞTİRİLDİ” Madam Martha’nınsonradan adının verildiğikoydaki küçük kulübe-evi 2019’da -Çevik Kuvvet eşliğinde- tasfiye edilirken... O koy, o hafıza mekânı da artık halkın değil. Burgazada’da 1. Derece Sit Alanı olan ve halkın ücretsiz denize girebildiği 56 dönümlük koy, 2019’da Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün yaptığı ihaleyle özel kişilere verilmiş: Aylık 15 bin lira kirayla, 15 yıllığına... Akıbetini, oraya ne(ler) yapılacağını birlikte, giderek azalan, unutulan bir “Ah vah”la seyredeceğiz. Eğer o “netâmeli akıbet” gelip çattığında, bu ülkede hep yalnız, kuşatmada kalan haklı itiraz, o koyda tüm çıplaklığıyla denize girmezse...
Yazı, yazarın ve sitenin izniyle, Serbestiyet sitesinden alınmıştır.