Yassıada'nın rengi griydi. Üzerindeki iki çıkıntı ile onu kimi zaman bir denizaltıya benzetirdim, kimi zaman da bir köpekbalığına. Ama o grilikler içindeki hayalin adı Yassıada'ydı. O asla diğer adalara benzemiyordu.
Ne zaman teknemizi rüzgar ve akıntı ona doğru azıcık atsa, balık tutarken babam hiç bir şey söylemeden hemen motoru çalıştırıp uzaklaşırdı.
Balık tutarken akıntı ve rüzgarla yaklaşmaya başlayınca bu tekinsiz adaya, babam teknenin motorunu çalıştırır, geri dönerdi. Kovadakilere bakıp “bu kadarı bize yeter” derdi. Diğer adalar gibi değildi. Puslu havalarda uzaktan daha ürkütücü gözükürdü. Yanına yaklaşılamazdı. Nedenini bilmiyordum ama ona hiç bir zaman yaklaşamadık. O hep bizden uzaktaydı.
Galiba hepimiz korkardık ondan. O bizim huzurlu gezimizin dışındaki bir heyülaydı. Bir gün aklım erdiğinde babamın kütüphanesinde Yassıada kitabını buldum. Biraz daha karıştırınca tasnif edilmiş gazete kupürleri, broşürler çıktı. Sonra bir de gemi planı. Gemi planında numaralara göre kimin nerede, hangi bölümde, koltukta seyahat edeceği belirlenmişti. Askerlerin her şeyi, davanın izlenmesini de son derece sistemli bir şekilde düzenledikleri anlaşılıyordu. Bu materyallerden babamın davaları izlemek için Yassıada'ya gittiğini fark ettim. Bu konu evde hiç konuşulmamıştı. Şimdi Yassıada duruşmalarını izleyen ama hiç konuşmayan babamın neler hissettiğini anlıyorum.
Nasıl bir yerdi acaba babamın zihninde Yassıada? Hiç bir şey söylemediği için en ufak bir fikir sahibi değildim. Ama bir taraftan Kalamış'a taşınmak, tekne sahibi olmak, parlak bir kariyer yapmak... Bu dünyanın karşısında uzakta duran yabancı, buğulu, gri Yassıada. Şimdi sanki daha iyi anlıyorum, babamın Yassıada'dan uzakta durmasını. Hayatından onu mümkün olduğunca uzakta tutmaya çalışıyordu. Hatta ne kadar görünmez olursa o kadar iyiydi. Bu yüzden Yassıada hep küçücük kaldı benim de gözümde.
Yıllar sonra Yassıada'ya ayak basma fırsatım oldu. Şaşırdım. O ürkütücü adanın yerini bambaşka bir şey almıştı. Halk onu çoktan keşfetmişti. Motor, kayık ne buldularsa gelip sahilinde piknik yapıyor, denize giriyorlardı. Doğa sanki egemenliğini ilan etmiş, her tarafı ağaçlar, bitkiler kaplamıştı. Meğersem Yassıada hiç de çocukluğumda hayal ettiğim gibi korkulacak bir yer değilmiş. Her tarafını ağaçlar sarmış, rengarenk çiçekler açmıştı. Sanki mucizevi bir dokunuşla en güzeli haline gelmişti, bütün adaların! Halk onu çoktan keşfetmiş, yaz boyunca balıkçı tekneleri ile, küçük motorlarla akın ediyordu. Yassıada devletin ve piyasa güçlerinin yokluğunda cennete dönüşmüştü. Menderes ve arkadaşlarının zülüm gördüğü, bir yıla yakın mahpus tutulduğu hücre, emir komuta içinde hareket eden yargıçların olduğu düzmece mahkeme-spor salonu, resimlerde komutanın yanında ayakta beklediği oda... hepsi orada, yerli yerinde, eşyaları ile döküntü halinde duruyordu. Ancak belediye girişte bir bilgi ve yönlendirme panosunu, bu tarihi mekanlarda küçücük bir plaketi bile esirgemişti, ziyaretçilerden. Adanın tarihi, doğası hakkında erişilebilir en ufak bir bilgi yoktu, tıpkı diğerlerinde olduğu gibi.
Bizim konumuz Yassıada'nın korunmasıydı. Davet edilen müze uzmanı bir profesör bize bir ders anlatır gibi şunları söylüyordu: "Burası müze falan olmaz. Çünkü bir koleksiyon (acaba eşyaları mı kast ediyordu?) yok." Birden ilk okulda babamın kütüphanesinde bulduğum kitaplar, gazete kupürlerini hatırladım ve söz aldım: "Burayı kim düzenlemişse müthiş yaratıcı bir iş yapmış. Menderes'in ve arkadaşlarının düzmece bir mahkemede yargılandığı spor salonu, mahpus tutulduğu odalar aynen duruyor, üzerlerinde geçen zamanın izlerini taşıyarak. Karısının yanında ayakta bekletildiği fotoğraftaki komutan odası da aynen duruyor. İmralı'ya asılmak üzere gönderildiği iskele de. İmralı'ya nakledilirken çekilen fotoğraf şu aşağıdaki yol. Üzerine her türlü ihtimale karşı asmak üzere, yani idam hükmünün iptal edilmesine karşı bir darağacı monte edilen hücumbotun yanaştığı yer şu tarafta...." Salonu garip bir sessizlik kapladı. Söylediklerim ürkütmüş müydü onları acaba? Devam ettim: "Evet, bu mekanı kim düzenlemişse çok müthiş bir iş çıkarmış. En ufak bir tabela, işaret bile koymamış. Bizim fotoğrafları, anlatılanları, okuduklarımızı hatırlayarak, zekamızla, zihnimizle keşfetmemiz için her şeyi işaretsiz bırakmış. Bildiklerimizle, bize aktarılan anılarımızla mekanla ilişki kurmamızı sağlamış..."
Benim konuşmamdan sonra Belediye Başkanı belki de biraz topluluk adına söz alma ihtiyacını duydu. Hiç benim söylediklerime karşılık değilmiş gibi şöyle başladı konuşmasına: "Bir kere Menderes burada asılmadı, bu tamamen yanlış biliniyor." Tıpkı ilk başta söz alan müze uzmanı profesör gibi buranın tarihi değerinden çok doğal güzellikleri önemli ama aynı zamanda arkeolojik kalıntılar da var, buradaki binaların bir değeri yok, ayrıca tarihi gerçekler yanlış biliniyor mealinde bir şeyler söyledi. Arkasından Belediye olarak burasının kendilerine verilmesini istediklerini ama kabul edilmediğini sözlerine ekledi. Yassıada’nın bir tarihi belge olduğunu, toplama kampları, askeri hapishaneler, anı mekanlarının dünyanın her yerinde geçmişle yüzleşmek için önemli bir araç olduğunu ve korunduğunu, ziyaretçiler için düzenlenen gezilerle, atölye çalışmaları ile bir demokrasi merkezi olarak işlev görebileceğini, (bunun için de bir inşaat gerekmediğini) söylediğimde kendisinden şöyle bir cevap almıştım: “Bu mezbelelik neden korunsun? Menderes burada asılmadı ki?” Evet, Menderes orada asılmadı, bunu herkes biliyor. Peki ne denmeliymiş? “Bu adanın geçmişi ile ilgili uydurulan yalanlara inanmayın!”
Şu işe bakın: Bölge Koruma Kurulu da tam bu sırada SİT Alanı kararını yürürlükten kaldırıyor. Benim konuşmamdan sonra söz alanlar neredeyse ağız birliği yapmışçasına "Yassıada'nın her şeyden önce bir doğal miras olduğunu, aynı zamanda kültürel miras değerinin de bulunduğunu, buradaki yapıların bir kültürel miras değerinin bulunmadığını" belirttiler. Sonra bana bakarak, "Yassıada'nın bir hafıza mekanı olduğunu iddia etmek, AKP'nin değirmenine su taşımaktır" gibi şeyler de söylediler. Beni söylediklerim anlaşıldığı kadarıyla bu "muhalefet görünümlü" gösterinin huzurunu kaçırmıştı. Bir nesne olarak Yassıada hiç şüphesiz doğal ve kültürel mirastı. AKP hiç kuşku yok ki tarihi çarpıtarak, burayı "Demokrasi ve Özgürlükler Adası" yapacağım derken gerçekte onu ranta açmaya çalışıyordu.
60 sonrası kasvetli günler. Yassıada duruşmalarının olduğu zamanlar, olmalı. Ben dedemin “kamuflaj” malzemesi olarak sokaktayım. Gece karanlığında büyük bir köşke giriyoruz. O zor günlerde kimin haddine 27 Mayıs cuntasına karşı durmak. Çok uzun yıllar sonra anlıyorum meseleyi. O zaman farkında değildim ama şimdi ne olduğunu anlıyorum: Cuntaya karşı gizli bir toplantının katılımcılarından biriyim! Bu insanlar o gece niçin toplanmışlardı? Bilmiyorum. Belki Menderes’i kurtarmak için.
Dedemlerin evindeki dolapları karıştırırken onun Demokrat Parti (Eminönü İlçe Teşkilatı) üyesi olduğuna dair fotoğraflı bir kimlik bulmuştum. Birden darbe sonrasında dedemle birlikte bir toplantıya gittiğimizi hatırladım. Dedem dikkati çekmemek için beni yanına almıştı, büyük ihtimalle. Muhtemelen kendisi gidememiş ama babamı göndermişti. Belki de dedem ve babam semtte evlerde gerçekleşen gizli toplantılara da katılıyorlardı. Evde bu konunun hiç konuşulduğunu hatırlamıyorum. Bir de idamın gerçekleşmesi üzerine hayal meyal gazetedeki fotoğrafa bakıp içten bir şekilde ağladıklarını.
Darbeye karşı çıkmak, itiraz etmek mümkün değilken nasıl bir şeydi acaba içinden itiraz etmek?
Anlaşılan dedem ile bugün aynı durumdayız. Şimdi düşünüyorum, dedem kimdi? Devrimci, solcu falan mıydı? Haşa. Müslümandı ama her akşam rakı içerdi. Son Havadis gibi tuhaf bir gazete okurdu. Sağcı olmalıydı. Ama yaşamasını çok iyi bilirdi. Doğrusunu söylemek gerekirse ben İstanbul’u onun sayesinde tanıdım. Babamın damat olarak onu Darıca’dan Çekmece’deki kır meyhanelerine şoförlüğünü yapması sayesinde. Şapkalara düşkündü. Napoli’de, Capri’de bile babamla dedeme şapka aradığımızı hatırlıyorum. Mahallesinde de saygın bir kişiydi. Üniversite yıllarında öğrenci lideri oldum zannederek korku içinde yaşardı. Devlete karşı beni kollamak için işini gücünü bırakır, her gece beni telefonda sorguya çekerdi.
Şu çelişkiye bakın: Menderes’in hatırasına sahip çıktığını söyleyen, Yassıada’yı güya bir “Demokrasi ve Özgürlükler Adası” yapacağını iddia eden muktedirler, önce bu hafızayı ve burada yeşeren güzellikleri kazımakla işe başladılar. Yassıada dozerlerle dümdüz edildi. Yalnızca Yassıada değil, 1909 yılında İstanbul’daki bütün sokak köpeklerinin toplanarak mavnalarla taşındığı ve can çekişerek öldürüldüğü Sivriada da yok edildi. Bu adaların “turizme kazandırılması için” kongre merkezleri, fitness salonları, restoranlar, oteller inşa ediliyormuş.
Muktedir de rüyasında Yassıada’yı bir “heyula” gibi görüyor olmalıydı. Her an yerinden kalkabilir ve üzerine saldırabilirdi. Ölü mü, canlı mı olduğunun farkında değildi. Belki her ikisi de olabilirdi. Uyandığında karşısında duran suretinin (leşinin) bir an önce ortadan kaldırılmasını, izlerinin yok edilmesini emrediyor. Rüya onun bir rahatsızlığını bir fantezi yaratarak ifade ettiği yer. Bu onun gerçekliğe en çok yaklaştığı ve daha tutarlı olduğu yer. Çünkü erkin eylemi, başkalarını işaretsizleştirici dünyası asla rüyasındaki gibi bir gerçekliği taşıyabilecek güçte değil. Gerçeklikte rüyasındaki gibi bir tutarlılık, duygularını harekete geçirecek bir durum yok. Karşısında çıkarları için hareket eden, sırf ayrıcalıklarını korumak için ona inanıyormuş gibi yapan kişiler. Muktedir eylemin patolojik bir dengesizlik, asimetri yaratığının farkında. Buradaki paradoks erkin gücüyle temsilin gösterilen tarafının gösterilene dahil edilmiş olması. Sanki süreç o aşamada başlamış gibi bir projenin üzerinde gerçekleşiyor, değerlendirmeler. Tartışmalar ve itirazlar.
Heyula rüyasından uyanmak onda ters bir etki yaratıyor, heyulayı yok ettiğini zannederken farkında olmadan ona dönüşüyor. Çünkü muktedir birbirine bağımlı ilişkiler ağının ona yüklediği simgesel işlevlerle o kadar bağımlı hale gelmiştir ki, başına ne geldiğini, neye dönüştüğünü (kendisi bile) bilmek istemiyor.
Uyanma hali öyle bir travma içeriyor ki, rüyasını birlikte okumayı öneren her türlü fikri suçluyor: "Madem Yassıada projesine karşı çıkıyorsun, o zaman sen rüyamdaki heyulasın." Bu yüzden onun katlanamadığı şey bu tutarlılığın çöktüğü yer, hayalden kurtulma anı. Bu hayalden gerçekliğe dönüşme, uyanma hali bir paradoksa dönüşüyor: Ötekinin tuzağına düşmek, heyulanın kendisine dönüşmek! İktidarın şiddetiyle zehirlenmiş bir dünya. Bu yüzden heyülalar daha yakın muktedirlere vicdan ve akıl sahibi olanlardan!
Oysa Menderes ve arkadaşlarının mahpus tutulduğu, yargılanmaları için düzmece bir mahkemenin kurulduğu Yassıada ile sokak köpeklerinin acı çektirilerek imha edildiği Sivriada pekala en azından geçmişle yüzleşmek için bir zemin oluşturabilirdi.
Baştaki sorumuza dönelim: Kültürel mirası korumanın anlamı nedir? Herhalde farklı olanı bir anlama çabasıdır. Bu koşulda nesneleştirici bir iradenin sergilendiğini görüyoruz. Süreci şekillendirenin şiddet olduğu bir koşulda, nasıl şiddetsizlik talebinde bulunulabilir? Bu yukarıdan bakan söylem, Yassıada'nın bize ne olduğunu gösterirken, aynı zamanda neyin söylenebileceğini de dikte ediyor: Konunun kendisini göstermeyen, insansız bir söylemle çerçevelendirilmesi. Paradoks bu nesneleştirmenin aynı zamanda özneyi de nesneleştirmesi. Bu nedenle görünüşte muhalif gibi gözüken politik davranış karşı tarafın nasıl baktığını, insanların neler düşündüğünü anlayamıyor. Bu görme kaybının bir eksiklik değil, bir yetenek olduğu da söylenebilir. Böylece bir iktidar matrisi içinde biçimlendiğini fark etmiyor.