Aram Gülyüz. Yani benim Aram abim. Gençler bilmez belki zira ülkemiz çocukları geçmişten kopa kopa büyüyorlar ne yazık... Ama eminim yaşı yaşıma yakın olanlar çok iyi tanırlar onu. Ona bir rekortmen de denebilir, çünkü Türk sinemasının hayatta olup hâlâ bedeniyle çalışmakta olan en yaşlı ve en çok film yapmış yönetmenidir. Tam 140 filmi olduğunu bilir miydiniz?
Bunca yıl ara verdikten sonra nihayet yeni bir kitabım oldu dostlar. Yeşilçam’ın duayen yönetmenlerinden, en üretken, en pozitif, en muzip ve en sempatik olanı konu oldu bu kez bana. Aram Gülyüz. Yani benim Aram abim. Gençler bilmez belki zira ülkemiz çocukları geçmişten kopa kopa büyüyorlar ne yazık... Ama eminim yaşı yaşıma yakın olanlar çok iyi tanırlar onu. Ona bir rekortmen de denebilir, çünkü Türk sinemasının hayatta olup hâlâ bedeniyle çalışmakta olan en yaşlı ve en çok film yapmış yönetmenidir. Tam 140 filmi olduğunu bilir miydiniz? Sonuncusunu geçen yıl yaptı: ‘Zaman Makinesi 1973’. Kimi “A eveeet” dedi şimdi kimi de “O da ne ki?” dedi belki zira ülkemizin çok acılı bir gününe rastladı ilk gösterimi ve tanıtım daveti iptal edildi. Olsun. Nasıl olsa o öyle bir anda parlayıp puf diye sönecek filmlerden değil, eski Yeşilçam filmlerinde olduğu gibi on yıl sonra da aynı tadı verenlerden. İhtiyar delikanlı helikopterle bile çekim yaptı o filmde ve enerjisiyle gençlere taş çıkarttı.
Böyle bir adamı yakından tanıma ayrıcalığına sahip, eli de kalem tutan biri, onu kitap konusu yapmasın da ne yapsın? Hele de ilk bakışta, dalgacı, eğlenceli, gülen güldüren ve de az biraz yüzeysel bir etkileşimin ötesinde, tanıdıkça derin ve anlamlı bir iç dünyaya, parlak bir zekâya sahip duygusal bir insan olduğunu keşfederse. Eh ilginç şeyler anlatıp duruyorsa ve de hayatı bir tarih sayılıyorsa... Nasıl kayda geçirmek istemesin bunları? Yani öyle oldu.
Onunla ‘Kınalı Ah Kınalı’ oyunum sürecinde tanıştım. Eski bir Kınalıadalı olarak oyunuma ilgi duymuştu övgüleri duyunca ve de pek beğenmiş hatta bundan bir film yapmak istemişti. Önerileriyle yazdığım senaryo nereleri kimleri dolaştı, pek de güzel olmuştu doğrusu ama sonuç olarak ikimizin de bir türlü gerçekleşemeyen ortak düşü olarak kaldı. Nedenleri bu yazının konusu değil tabii. Tüm bunlar sık sık bir araya gelmemize, birbirimizi geçmişimizle, evlerimizle ailelerimizle daha iyi tanımamıza neden oldu. Görüşmeler, paylaşımlar, meyhane sohbetleri, ev ziyaretleri derken bir gün “Yahu bana hayatını yazsana deyip duruyorlar, ben nasıl yazarım?” deyiverince, ben de bir anda “İstersen sen anlat ben yazarım” deyivermiş bulundum. Sonrası başlı başına bir kitap konusudur.
Evet, çok ilginç şeyler anlatıyordu sık sık ve bunlar kaydedilmeliydi, adamın hayatı adeta bir Yeşilçam tarihiydi. Yok olup gitmemeliydi, sahipleriyle birlikte hiç gün yüzüne çıkmadan kaybolup giden nice yaşanmışlıklar gibi. Gel gör ki hiç kolay olmadı. Yazılması iki yıldan fazla sürdü, ben hiç alışık değilim, kolayca ve hızlıca yazabilenlerdenim. Ama bu öyle bir şey değildi. Adamın anlatışı da dünyaya bakışı gibiydi. Derin olanlar en derinde gizli de çeke çeke çıkarılanlar da uçuk kaçık, daldan dala, deli dolu dökülüyordu söze. Bir de üstüne üstlük, yapılan sohbetlerin mutlaka, genelde gürültülü olan meyhanelerde gerçekleştiğini katın hesaba... Gerisini tahmin edersiniz.
Nihayet bittiğinde da yayımlanabilmesi için uğraşma süreci başladı. Ona da hiç alışık değilim ben. Şimdiye kadar ben kitabı yazardım, hangi yayıneviyse, alır pıt diye basardı. Bu kez bana “Üslubunu çok sevdik ama bu adam ünlü falan değil ki niye basalım bu kitabı?” dendi. Düşünebiliyor musunuz? Ünlü falan değil... Ki bu gidip gelmeler sürecinde o da evinde eski günlerini anıp, emekliliğinin tadını falan çıkarmıyordu. 140. filmini yapmakla meşguldü. Farkında bile değiller ki bu ciddi bir rekordur aslında. Belki de jeneriklerde genelde adının A. Gülyüz olarak yazılmasından pek bilemediler. Neyse, sonuç olarak artık kitap çıktı. Ayda bir çıkan çok kültürlü yaşam dergisinden bildiğiniz, Paros Yayınlarından. Onlar bu işi çok ciddiye aldılar. Biraz Aram Abi’nin de benim de karakterimize aykırı bir ciddiyet oldu bu ama sanırım güzel oldu. Aslında olduğu gibi bırakmak istediğim konudan konuya atlama halini belgesel tadında bir düzene soktular. Onun dilini, benim de kalemimi biraz törpülediler. Sıralı, düzenli, her okuyanın anlayabileceği, adeta tarihi önemi olacak bir kitap haline getirdiler. Aram abi çok ciddi bir şey anlatırken aniden bir fıkra anlatabilir ya da bir kelimenin çağrıştırdığı konuyla hiç ilgisi olmayan bir olaya atlayabilir. Öyle de olmuştu valla... Ama kitap öyle değil.
Az daha unutuyordum; bir de kitabın adı değişti. Aram abi, birlikte bu işe baş koyduğumuzda “Kitabın adı ‘Maalesef’ olsun” demişti. Ki başta sinemacılığa bulaşması olmak üzere birçok şey için ‘maalesef’ diyor kitap boyunca. Ben de öyle yapmıştım aslında ve neredeyse üç yıl boyunca hep böyle andık aramızda. Sonra, yayımlanma aşamasına gelindiğinde, bu kadar pozitif bir adamı anlatan bir kitabın adının negatiflik çağrıştırmaması gerektiğine ikna edildim. Kendisi pek fazla hoşlanmadı, “artık bu kadarı da fazla” dedirtecek tevazusundan tabii ama onu ve neredeyse elli yıllık bir Yeşilçam tarihini içeren kitabın adı: ‘Aram Gülyüz’ oldu. ‘Yeşilçam’ın en üretken muzip yönetmeni’ diye bir de alt başlığı var.
Dergimizin sevgili okurları, siz bu yazıyı ne zaman okursunuz bilmem ama 7 Haziran’da Cihangir Jush’ta tanıtımı yapılıyor. Eh kısmetse, üç beş de imzalarım tabii. Heyecanlıyım. Dostların okumasını isterim, çok anı var içinde çok... Tanıtım ve imza gününe katılma arzunuz olur da geç haberiniz olursa merak etmeyin, Temmuz ortalarında Kınalı’da, Ağustos’ta da Büyükada’da tekrarlanacak, kendisi de katılacağından, oldukça keyifli geçeceğini düşündüğüm bu günler.
Hadi iyi okumalar. Yolun açık olsun kitap.