Eskiden günümüze kadar bir ‘ceza’ olarak uygulanan sürgün, genellikle merkezi iktidarla arası hoş olmayan, tehdit sayılan siyasi kişiliklerin, yazarların, şairlerin başına gelenlerle hafızamızda yer bulur. Sürgünlerin bir bölümü geri dönebilmiş, bazılarıysa memleket özlemiyle yanıp tutuşarak hayatını kaybetmiştir.
Sürgüne gönderilmiş ne çok kişi vardır.
Ünlü Antik Yunan düşünürü ve filozof Aristotales; İtalyan şair Dante; yazar ve insan hakları savunucusu Victor Hugo; Rus Devrimci Troçki, işçi sınıfının ozanı olarak bilinen Şilili diplomat ve şair Pablo Neruda, Türkiyeli devrimci şair Nazım Hikmet dünden bugüne ilk akla gelenler.
Ve serginin esinlendiği ve sergi mekânının da yer aldığı Adalar, tarihte sürgün yerleridir. Bizansın Prens Adaları’nın manastırları, aralarında imparator ve imparatoriçelerin, prenslerin, komutanların da bulunduğu yüzlerce sürgüne mekan olagelmiştir. Osmanlının son dönemlerinde de bu durum devam eder. Ve cumhuriyetin ilk yıllarında da...
Yakın dönemde ise Adalar toplu sürgünlerle hafızalarda yer etmiştir. 1960’lı yıllarda başlayan zorunlu ve toplu sürgünler, Adalar’ı Adalar yapan nüfusun büyük bölümünün yaban ellere gitmesi ile sonuçlanmıştır. Kırılmış, dökülmüş kalpler ve parçalanmış ailelerin hazin öyküleriyle doludur yazılan ve anlatılanlar.
Adaların sürgün aracı ise hep kayıklar ve teknelerdir. Gelenler için de, gidenler için de.
Bu nedenle sürgün hiç bitmeyecek ağrıdır kalplerde ve sanatçılar da bu ağrının ağırlığını taşırlar geleceğe...
Büyükadalı Tekstil Sanatçısı Gül Bolulu bu ağırlığı duyanlardan. Uzunca süredir kafasını meşgul eden sürgün temasını şimdi “Sürgün Kayıkları” adını taşıyan yeni bir sergiyle sarıp sarmalıyor.
Sergi 9 Temmuz’da, Adalar Müzesi Aya Nikola hangar orta bahçesinde açılıyor.
Büyükada’nın tarihine uygun bu serginin düşünce oluşumu ve şekillenişini sorduk Gül Bolulu’ya. İşte verdiği cevaplar ve duygu-düşünceleri...
Sürgün Kayıkları
Bunlar başka kayıklar, bildiklerimizden değil.
Ada sularında seyre çıkmış âşık kayıkları ya da balıkçılarınki değil.
Geçmişin pazar kayıkları da olabilirlerdi, ada ada dolaşıp satış yapan...
Bunların hiçbiri değil.
Ağır bir tarihi sırtlanmış kayıklar bunlar.
Bizanslılardan başlayarak muhalifleri, prensleri, kaçakları taşıdılar.
Bazı ağırlıklar vardır ya, ölçüye tartıya gelmez, işte öyle ağırdılar; hasret, yalnızlık, en çok da bilinmezlik.
Sürgünde başka ne var? Belki ölüm ve umutsuzluk; görüyorsunuz, kırgınlar...
Ama hayat bu, nasıl aldatır, nasıl dürüst ve nasıl yalancı.
Umudun içinden umutsuzluk, umutsuzluktan umut çıkarır.
Öyle ya, belki de bazıları, buralarda iyi yaşadı...
Kayıklar, yıpranmış bedenleriyle dinlenirken, bir sanatçının hayalinden yola çıkarak canlandılar.
Canlandılar, çünkü sanatçı onlara yelkenlerini dokudu.
O zaman, yeniden yaşamaya başladılar. Bilinmez, belki rüzgârla buluşmanın hayalini bile kurdular.
Temizlendiler, başköşeye kuruldular; muhtemel ki, sanatçıya şükran duyuyorlar.
Bu bir anma, geçmişi hatırlama, yaşadığımız bu toprağa bir saygı duruşu sayılabilir.
Hem, haksızca yerinden yurdundan edilmiş herkese bir saygı duruşu...
Zehra Başar
Merhaba Gül, yeni bir sergiyle yine Adalı Dergisi okurlarıyla birliktesin. Serginin biçimlenme ve somuta dökülme sürecini bizimle paylaşır mısın?
2016’da Marmara Üniversitesi Rektörlük binasında düzenlenen “BEZCE” sempozyumunun bir parçası olan sergiye katıldım. Uzun geçmişi ile bir kumaş olmaktan öteye giden, Lidyalı kadınların taşıdığı şeffaf ipek dokumalı giysilere üç boyutlu bir yelkenli tasarlayarak onu Ege’nin tarihi sularına bıraktım. Sergiye hazırlanırken Ödemiş ipeklerini yelken bezi olarak kullandım, batık olarak çıkartılan sandalım da 1942 yıllarında Ayvansaray’da üretilen tekne arkasına bağlanan küçük sandaldı. Bu malzemeleri kullanarak düşlediğim yelkenlimi tasarlamış oldum.
Buradan yola çıkarak yelken ve tekne ile ilgili birçok tasarımlar hazırladım. Hayallerim her geçen gün biraz daha büyüyordu. Bu tasarımları üretmek ve gerçeğe dönüştürmek istiyordum. Bu hayallerimi paylaştığım arkadaşlarımla sergi mekânı düşünürken Büyükada da bulunan Adalar Kent Müzesi mekân için uygun olabileceği kanısına vardık. Mekân adalar olunca ve burada gerçekleştirilecek sergi fikri bende sürgün-deniz-rüzgârinsan ve tarih sözcüklerini çağrıştırdı.
O zaman şunu ifade edersek yanlış olmaz sanırım: Ada, deniz, kayık, rüzgâr, insan ve ada tarihi sana bir anlamda sürgünlerin tarihini de çağrıştırdı...
Adaya geldiğimden beri birçok sürgün hikâyeleri dinlemiş olmam Adalara bakışımı daha çok etkiliyordu. Adaların tarihine bakıldığında Antik dönemde takımadalar Demonisia, halkın adaları olarak anılıyordu. Bizans döneminde ise adalarda inşa edilmiş olan manastırlara ithafen, Papadonisia keşişlerinin manastırı olarak biliniyordu. Bu manastırlar buraya sürgün edilen ve bazıları Kostantinopolis’e asla dönmemiş olan imparatorlar, imparatoriçeler, patrikler sayesinde ünlenmişlerdir. Adalarda sürgün edilen ilk kişi ermeni Piskoposu I. Narses olup, ardından yüzyıllar sürecek sürgün geleneği devam eder.
Hal böyle olunca sergi için koşullar olgunlaşmış oldu.
Evet, öyle diyebiliriz. Adalar Müzesi bu sergi için gerçekten çok iyi bir mekân oldu. Bu sergide bana destek olan Adalar Belediyesi, Adalar Kent Konseyi, Adalar Vakfı, Adalar Denizle Yaşam ve Spor Kulübü, Aksakallı Tekstil ve Silvyo Ovadya’ya buradan teşekkürlerimi iletiyorum.
‘Sürgün Kayıkları’nın çıkışı tarihi zemine oturmuş oldu diyorsun...
9 Temmuz 2017’de gerçekleştirilecek olan “SÜRGÜN KAYIKLARI” sergisinin çıkışı bu sürgün hikâyeleri ile gelen kişilerin deniz yolu ile yelkenlileri, sandalları kullanarak adalara geliyor olmaları ile başlar. Bu yelkenliler, sürgüne giden kişilerin umutsuzluklarını, bilinmezliklerini belki de korkularını da onlarla birlikte taşımışlardı. Bu sergide bu hikâyelerden yola çıkarak tasarladığım hayalimdeki yelkenlileri kumaş-sandal-halat ilişkisini kurarak ve her sandal bir sürgün hikâyesi anlatarak sergi kurulumuna başladık. Güzel bir ekibimiz var. Emeğiyle, heyecanlarıyla, düşünceleri ile sergide bana destek olan bütün dostlarıma gönülden teşekkür ediyorum.