Benim annem çok güzel anuşabur (aşure) yapardı. Aslında her yemeği çok güzel yapardı. Biliyorum… Herkesin annesi her şeyin en güzelini yapar. Ve bir dolu kadın yemek pişirmesini annesinden öğrenir. Ben de ondan öğrendim tabii. Doğrusu ben de güzel yemek pişiririm. Ama anuşabur yapmayı hiç öğrenmedim. Midye ve biber dolması tarifini annemin ağzından bir yerlere yazmıştım vaktinde. Ben onları da pek yapmam, üşendiğimden yapmam, yoksa bir iki kez yaptım ve pek ala oldu da hazır alma kolaylığı varken uğraşmıyorum. Ama o tarifleri kime verdiysem bana dua etti.
Anuşabur ise yapılışı pek de zor bir şey olmadığı halde, bana göre annemin özeliydi. Zor değildir ama ölçüleri tutturmak önemlidir. Gereğinden fazla sulu olmamalı, kaskatı da olmamalı, şekeri dozunda, ne çok ne az olmalı. Nedense hep annemin özeli olarak kalmasını istedim. O yüzden de onun ölçülerini hiç yazmadım. Sandım ki bu kadar ona özel bir şeyin püf noktalarını öğrenirsem, bir gün öleceğini kabul edeceğim… Yine de öldü annem. Anuşabur gibi daha nice tarifi ve nice yemeğin püf noktalarını beraber götürdü. On altı yıldır kardeşimle, yediğimiz her anuşaburu annemin yaptığıyla kıyaslarız. Kimi oldukça yakın olur, kimi yanından bile geçemez. Beğenirsek “Çok güzel olmuş” yerine “Hasmig’inki gibi olmuş” deriz.
Anneminkine en çok benzeyen anuşaburu yengem Alis tantik yapardı. Yıllarca bir koca tabağı bana, birini de kardeşime gönderdi. Öyle ki hiç eksikliğini hissetmedik. Ama birkaç yıl önce aniden yapmaz oldu. Hafiften yaşlandığını kabul edip bayrağı kızına teslim etti. Azıcık hüzünlendim o sıra. Beklemiyordum. Sonra kanıksadım, sonra da Alis tantik annemin yanına gitti.
Hiçbir dini kurala, geleneğe, ritüele bağlılığım yoktur. Annem ve eşim öldükten sonra yılbaşında ağaç da süslemiyorum, Paskalya’da yumurta da boyamıyorum. Yalnızlık da bir etken tabii… Kendim için mi yapacağım? Hüzün falan da duymuyorum. Yılbaşı bana göre yeni bir takvim edinmek ya da yazılarına yeni bir tarih atmaya başlamak demek. Eh… Tabii bir yıl daha yaşlanmak da demek ama onu anlamazdan gelmeyi tercih ediyorum.
Bir de hiç olmazsa bir porsiyon anuşabur yemek demekmiş meğer. Bunu da ancak geçenlerde üst kat komşum kapımı çalıp bana henüz pişmiş bir tabak aşure getirdiğinde gözlerim dolunca fark ettim. Çok şaşırdım… “Ah” dedim “çok makbule geçti inanın, biz de yılbaşında aşure yaparız ama ben pişirmesini bilmem. Annem yapardı hep…” O da bilmezmiş… “Benim de annem yaptı zaten” dedi. Hepten toz şeker oldum. Ve de dedim ki “Ne yap et annen sağken, alıştığın bu tadın püf noktalarını öğren, sonra çok pişman oluyorsun…”
Müslüman komşum bizim de aşure-anuşabur ritüelimiz olduğunu bilmezmiş ilk kez benden duymuş… Birçokları gibi. Olsun, zaten birçokları biz Ermenilerin Anadolu’da Nuh’tan beri var olduğumuzu da bilmiyor ve devletin konukseverliği sayesinde lütfen burada yaşadığımızı sanıyor ya… Neyse, konumuz bu değil, bir cümle daha eklersem yazının rengi değişecek. Bu kadarını parantez sayın.
Oysa biz Müslümanların her Muharrem ayının onuncu gününde aşure yaptıklarını biliriz. Hatta onların bu tatlı aşa bizdekinden farklı olarak fasulye, nohut, hatta pirinç, hatta kestane, hatta portakal kabuğu falan kattıklarını da biliriz. Bu şekli bizim damak tadımıza pek uymaz, biz buğdaydan başka yalnızca kayısı, üzüm ve kuruyemiş katarız, bir de zevke göre gülsuyu. Ben her türlüsünü de severim. Ama ille de gülsuyulu olmalı. Hangi türlüsü de olsa yerken üzerine ekstradan ceviz, badem fındık katar, bol tarçın eker, bol gülsuyu dökerim. Okurken canınız çekti mi?
Bu yıl ilk kez çocukluğumdan beri aşina olduğum, aralarında çoğunlukla Müslüman komşuların bulunduğu, komşulara anuşabur dağıtma alışkanlığının tam tersi gerçekleşti. İlk kez bir Müslüman komşumdan bana aşure geldi. Otuz yıldır bu apartmanda oturuyorum, ilk kez böyle bir şey gerçekleşti. Bunun bir anlamı olmalı mı acaba? Farkındalık mı artıyor acaba? Politikalar ne olursa olsun, insanlarımız mı uyanıyor acaba? Ah keşke…
Nuh’tan beri var olduğu bilinen, her dinde ve millette, geleneksel birçok anlam atfedilen bu aşurenin, aslında tufandan sonra Nuh’un gemisinde kalan en son erzakın tümü bir araya getirilerek hazırlandığı ve herkese dağıtıldığı rivayet edilir. Neredeyse insanlık kadar eski olan bu tatlı aş, birbirinden bu kadar farklı yiyeceğin bir araya gelerek güzel bir uyum sağladığı bu aş, resmen, doğru bir insan olmanın nasıl bir şey olacağını sembolize ediyor bence.
Zaten bir bilene sormuşlar, o da demiş ki: “Aşure üzerinden örnek verirsek, tüm dinlere mensup insanlar, aşure gibi bir araya gelip, aynı tasın içinde, aynı kazanın içinde toplanmalı… Dünyayı bir kazan olarak düşünürsek, farklı tatları bir araya getirerek hep birlikte tatlı bir lezzet yaratabiliriz.” Sizce?