Sevgili Adalı Okurlarım,
Size aniden, “Adalarımızın, dünyada benzeri olmayan bir özelliği var mı?” diye sorulsa cevabınız ne olurdu?
Akla ilk gelen şüphesiz çamlıklar, faytonlar, bisikletlerin bolluğu olabilir. Fakat bu tür özelliklere başka ülkelerde de rastlanıyor.
Eşsiz manzaralardan bahsetsek, son yıllarda ekranlara yağan mail’ler sayesinde, biri birinden güzel renkleriyle gözlerimizi kamaştıran dünyamızda, müthiş yerlerin var olduğunu görüyoruz.
Adalarımızın, bakırlısı, demirlisi, mavi kayalısı, kaşığa benzeyeni, yassısı, sivrisi, çeşitli oluşum şekillerinden olanları var desek, bizde de var diyenler çıkar elbette.
“Bir zamanlar martı dışkılarından dolayı sedef gibi parlayan bembeyaz bir adamız dahi vardı” desek, bu sav geçmişlerde kaldığından, geçerliliğini yitirmiş durumda.
Büyükada’ya ayak basanların burunlarını “hoş geldiniz” kabilinden okşayan at dışkısı kokusunu ileri sürsek, isabetli olmaz kanaatindeyim. Bu sav doğru ise de, bir anketi fırsat bilip etrafı tiksindirmek, güzel olmaz.
Yunan, Roma, Bizans, Osmanlı Medeniyetlerini görmüş geçirmiş bu adaların arkeolojik eserinden bahsetmek ise gereksiz bir düş. Depremlerden ve yangınlardan kül olanların temel molozları dahi çoktan eridi gitti.
Kozmopolit yaşam deseniz, yarım asır evveli için inandırıcı olabilirdi, fakat artık o da kalmadı. Zamanında ‘azınlık’ addedilen değişik cemaatler, muhtelif sebeplerden dolayı Adaları terk ettikten sonra, o devir kapandı bitti.
Ancak gidenlerin hiçbiri, evini sırtlayıp beraberlerinde götürmedi!
***
İki asır kadar evvel, Adalara düzenli vapur seferleri başladığında, Büyükada’yı görüp seven varlıklı kişiler, ait oldukları soyun, kavmin, dinin, mezhebin, folklorun, ananenin, törenin değerleri ile birlikte ve servetleri nispetinde, kendi yaşam tarzlarına uygun bina inşa ettirmişlerdi İstanbul’un Büyükada’sında.
“En güzelini, en pahalısını, en cafcaflısını ben inşa ettiriyorum” iddiasıyla gösteriş yarışına giren elit bir tabakanın rekabeti sayesinde, paha biçilmez eserler niteliğinde konutlar yaratıldı o günlerde. Her bir inşaat sahibi, hayranlık duyduğu bir ülkenin stilini kendi özel zevkiyle harmanlayarak, farklı ülkelerin mimarisinden esinlenerek yaptırdığından dolayı binalar aralarında ahenk bulunmamaktadır.
Ben mimar değilim. Yine de gözüme çarpan bazı özelliklere dikkatinizi çekmek isterim.
Geniş ve bereketli arazilerde, üzüm ve sebze yetiştirilen bağ evleri vardı. Daha dar arazili konutların bahçelerinde ise mutlaka çiçek yetiştirilirdi.
Asalete imrenen kişiler, köşklerinin daha ihtişamlı görünmeleri için, sokaktan bina giriş-çıkışında, karşılıklı iki merdiven yaptırmıştı.
Sıcaklığın yükselmesi ve hava cereyanının temini için pencereler çok büyük ve tavanlar çok yüksek tutulurdu. O kadar ki, sonradan restorasyona uğrayan bu tür bina katlarına, iki kat sığdırıldı.
Geniş aile efradının, aşiret şeklinde birlikte yaşamaları için yan yana, biri birlerine tıpa tıp benzeyen ‘ikiz evler’ inşa edilmişti.
Binaların çatılarından, kare, altıgen, sekizgen şeklinde kuleler yükseliyordu. Bunların bazıları rasathane olarak, bazıları ise Avrupa’nın sahil ülkelerinde olduğu gibi, balıktan veya seferden dönecek erkeklerini kollamak, gemi yaklaştığında, sahile koşarak, gelenleri sevinç ve coşku içinde karşılamak için, gözetleme kulesi olarak kullanılırdı. Nitekim bir zamanlar, akşamları işten dönen aile reisini iskelede karşılamak, bir tören havasındaydı.
Soğuk ülkelerde olduğu gibi, yağan karların çatıya yük olmaması için göğe doğru sivrilen dik çatı örnekleri bizde de var. Hatta üzerlerinde Rus usulü soğan tipi kubbe taşıyanımız da var.
Binalarını şatoya benzetmek isteyenler, çatı etraflarını ortaçağ kalelerine benzer çıkıntılı süslemelerle donatıyorlardı.
Antik Grek ve Roma devrinin ihtişamlı tapınaklarına benzer sütunlu konutlar dahi yapıldı.
Geleneksel Osmanlı mimarisine sadık kalınarak, bitişik nizamda, cumbalı ahşaptan yan yana renkli sıra evler inşa edildi.
Akdeniz ve bilhassa ege sahillerindeki kasabalarda görülen, kapı eşiğinde oturarak muhabbet eden, nakış işleyen, sebze ayıklayan, hayatlarını açık havada geçiren kişilerin yaşantısına uygun olarak, zemin katlarda uzun taraçalar var.
Bazı yollar boyunca yan yana uzanan bu taraçalar, etrafı seyretmekten öte, sokakta oynayan çocukları kontrol etmek, gelip geçenlerle ‘kapı önü sohbetleri’ yapmak, dostları çaya-kahveye davet etmek gibi güzel vesileler yaratırdı. Zamanın insanlarını biri birilerine bağlayan sosyal faaliyetlerdi bunlar. Ayaküstü, psikolojik tedaviye yardımcı olurdu. Bireylerin, ona benzemeyen ötekisini de yakından tanımasına, kendinden olmayan kişilere de değer vermelerini sağlardı.
İşte, bence Adaların, bilhassa Büyükada’nın, henüz betonlaştırılmayan ve bahçelerinde ek inşaat yapılmayan köşk ve yalıların en önemli karakteristiği budur. Birbirlerinden aykırı düşecek derecede değişik stilde yapılmalarına rağmen, aynı bir mahallede yan yana bulunmalarıdır. Her ne kadar on dokuz asrın sonu ile yirminci asrın ortalarını kapsayan yetmiş-seksen yıl gibi mahdut bir zamanda inşa edilmişlerse de, değişik mimari stiller ve öğeler taşımakla bir devrin yaşam felsefesini dahi aksettirmektedirler.
***
Bu kadar dar bir alanda, değişik din ve mezheplerin değişik örf ve adetleri olan kişilerin, ahenk içinde bir arada yaşamaları ve değişik inançlara ait ibadethanelerin bulunması aralarında ortak bir folklor ve etnografik karakter doğmasına vesile olmuştu.
Dışardan bakıldığında, görüntüleri farklı olsa da, binaların içerisine girildiğinde Anadolu insanının yaşam izlerini taşıyan müşterek özellikler göze çarpar.
Genellikle binalar, yarısı toprak altında kalan bir bodrum üzerinde, zemin ve iki kattan oluşmakta. Bahçeler, adanın demir damarlı kırmızı taşından örülmüş bir duvar ve üzerinde bir buçuk metre kadar, uçları ok biçiminde uzanan parmaklıklarla çevrili. Parmaklıklar arasında, düz halkalar veya dökme dört köşe yaprak demedi şeklinde süsler var.
Sokak demir kapı alt yüzeylerinin ortasında, çelenk veya haç şeklinde defneyaprağı demetine benzer birer süs, kapı üzerinde ise, boydan boya dökme demirden, ortası yükselen çiçekli motifli kemervari bir eklenti olur.
Sokakta gelip geçenin, bahçe güzelliğini seyredebilmesi için parmaklık demirleri arası katiyen kapatılmazdı. Üzerlerinden mor salkım, çarkıfelek veya acemhunisi çiçeği sarkardı.
Bahçe yollarında, bina girişinde, insan ve hayvan heykelleri olabilirdi.
Evin içerisinde sergilenen süslerin, seyredilebilmesi için sokak ve balkon kapıları açık tutulurdu.
Demir kapılarda tokmak, ahşap kapılarda ise genelde yatay vaziyette parlak bronzdan burmalı kulplar vardı.
Kapı ve pencerelerinin üst taraflarında, iskele binasında olduğu gibi, odaya süzülen ışık huzmelerini renklendirmek için değişik renkteki camlardan 15x15 cm ebadında kareler şeklinde döşenmiş, çoğu kez hiç açılmayan vasistaslara rastlanırdı.
Kalburüstü Yahudilerin bahçelerinde, çardak (Sukot) bayramı haftasında kullanılmak üzere, direkleri asma dallarıyla sarılı, üstünden üzüm salkımları sarkan bir çardak iskeleti bulunurdu.
1985’lere kadar, anakaranın Elmalı Barajı’ndan su gelinceye dek, Adalarda su sıkıntısı çekilirdi. Yağmur suyu, çatılardan çinko borularla sarnıçlara indirilir, toprağın emdiği su ise bahçedeki veya mutfağa yakın yerde kazılmış kuyularda toplanırdı.
Bu suları ip veya çıkrık sayesinde galvaniz kovalarla çekmekten öte, depo olarak kullanılan bir varile yönlendirmek üzere, tulumba denilen kösele supaplı elle çalışan pompalar kullanılırdı.
Üst katlara suyu çıkarmak zor olduğundan, hamam, çamaşırhane hatta tuvalet, bodrumda bulunur, uzun çamaşır tekneleri, midye şeklindeki kurnalar ve alaturka denilen düz helâlar, el emeği işçiliğiyle oyulan Marmara Adasının beyaz mermerinden imal edilirdi.
Yaşamın en önemli ihtiyacı olan suyun, bodrumda bulunmasından dolayı, bazı binaların mutfakları dahi en alt katta bulunur, yemekler bodrumda pişerdi. Bodrum katı, binanın kalbiydi. Keza orada, şaraphane, kömürlük ve odunluk bölmeleri vardı.
İki kardeş ustanın Büyükada İtfaiye Meydanı yakınında kurdukları, tabii renkli taş kırpıntılarının çimento ile karışımından imal ettikleri, yüzeyleri motifli 20x20 cm. ebadındaki karo-ciment atölyesinin eserleri, Adaların bir simgesi olarak çoğu binalarda rastlanmaktadır. Zemin katlarda ve su ile ilişikli alanların döşenmelerinde kullanılan bu yapay taşların imalatı için kullanılmış orijinal desenli demir kalıplar, ne yazık ki seramik sanayi geliştiği günlerde, bir hurdacı tarafından dökümhaneye gönderilmiş olduğu bilinir.
Mozaik adlandırılan, pirinç boyu ufak mermer kırpıntılarının çimento ile karışımından yapılan veya blok mermer basamaklarla zemin kata çıkılır. Yemek ve oturma odasını teşkil eden zemin kattan sonra ahşaptan basamaklarla varılan üst katlarda genellikle geniş bir “sofa” ve etrafında, mobilyanın nereye konacağı hesaplanmadan sağlı sollu, önlü arkalı kocaman yatak odaları bulunurdu.
Misafir katı olarak adlandırılan ikinci kat ise, dost ve akrabalar için otel vazifesini görürdü. Odalarının bazılarında, gündüzün yorganların sarılıp saklandığı ‘yüklük’ tabir edilen büyük dolaplar bulunurdu.
Çatı altı ise, savaş paranoyasıyla ve “bir gün lazım olur” niyetiyle, zamanla demir aksamı paslanan veya ahşap tarafı kurtlanan ve dolayısıyla tekrar kullanılamayan eşyalarla doldurulurdu.
Bana göre, içlerindeki ortak özelliklerine rağmen, diş görüntülerinde benzerlik bulunmayan bu kadar zengin çeşitli bina koleksiyonundan dolayı Adaların en önemli özelliği “Binalar Müzesi” görünümünde olmasıdır.
Sağlam kalan binalarla yetinmekle beraber, henüz değişime uğramayanlarla terk edilenler, erimeden bir an evvel sağlıklı bir şekilde koruma altına alınabilirlerse, Büyükada’mız için iftihar vesilesi olur.
‘Bir zamanlar Büyükada, 1931–1961 anıları’ kitabımdan:
“BİNA DEYİP GEÇME, DUR VE BAK! Adamızda inşa edilen eski binalar, sadece insanın kafasını sokacak bir mekân olarak tasarlanmamıştı. Aynı zamanda kalıcı bir eser yaratmak niyetiyle ve o zamanki yaşam şekline uygun olarak yapılmış, en ince teferruatı düşünülmüş, her biri özgün birer sanat ürünü niteliğindeydi. Bu yapılardan oluşan caddeler birer konut müzesini andırır. Birçok özelliklerinden dolayı da iki asırlık kültür gelişimini önümüze seren, nadide ahşap el işçiliğiyle bezenmiş çok özel bir devrin kozmopolit yaşam psikolojisini yansıtmaktadırlar.”