Yıl 1941. ‘Yirmi Kur’a İhtiyat Askerleri’ veya ‘Yirmi Kur’a Nafia Askerleri’ namı altında şehirlerden toplanıp, Anadolu’nun değişik yörelerine sevk edilen on iki bin gayrimüslim yurttaş arasında bulunan Ankaralı kuzenim Sigorta prodüktörü Viktor Albukrek (soyadı kanunu gereği Yaşar Paker oldu), Çivril’e gönderilir. Burada, İstanbul’dan sevk edilenler arasında bulunan Belediye Konservatuarı Orkestrası viyolonistlerinden Yetvard Margosyan ile tanışır. Mandolin çalan kuzenim, ortak tutkuları olan müzik sayesinde, kısa zamanda Yetvard Bey’le dostluk kurar ve bu iki kafadar, boş zamanlarında, kışlada çalgı çalmakla, hünerlerini sergiler. Bulundukları birlikte, çalgı çalmasını bilen başka Nafıa askerlerinin onlara katılmasıyla bir bando oluşur. Gün boyu, demiryolu traverslerinin altı için balyoz ile taş kırmaktansa, kurulan orkestraya katılmak isteyenler, günden güne çoğalır.
Terhisten sonra dostlukları devam eden müziksever ikiliden kuzenim Yaşar, evimizde yapılan müzikli gece toplantılarına, Bay Margosyan’ı da getirip çevremize tanıştırır. Ev kadını olarak, hayat boyu çocuk büyüten annemle tıp doktoru olan babam, biri piyano diğeri keman çalmaktadırlar ve beş evladına da müzik kültürünü aşılamak isterler. Ablama piyanoyu münasip gördüklerinden, Selanikli Prof. Moiz Franko ile anlaşırlar. Bana ise yakıştırdıkları keman için Yetvard Margosyan’ı eğitmenim olarak tayin ederler. Okul derslerimizden dolayı yoğun olduğumuz imtihan günlerinde, eve gelen hocanın dersi hiçbir surette iptal edilmez. Babamız, Bay Margosyan ile keman düo’ları, Bay Franko ile de piyano-keman sonat’ları seslendirerek, kendi keman tekniğini ilerletir.
Büyümekte olan küçük kız kardeşime de piyano yakıştırılır. Arada, soprano sesi gelişen ablam, ‘Belediye Konservatuarı’ olarak anılan okulun şan bölümünde, Prof. Alice Rozenthal’ın talebesi olur. Sonraları tıp doktoru olacak erkek kardeşim de konservatuarda Prof. Seyfettin Asal ile kemana başlar ve sonraları Prof. Ekrem Zeki Ün sayesinde önemli bir ilerleme kaydeder. En küçük kazandibi kardeşimiz de Odessalı Prof. Erika Vosko’dan özel piyano dersleri alır.
Bir ara benim tenor sesimi beğenen Şef Muhiddin Sadak da beni Belediye Şehir Korosu’na kabul ettiğinde dünyalar benim olmuştu, fakat henüz askerliğimi yapmamış olduğumdan, kadroya alınamamıştım.
Yıllar sonra ben de oğluma, viyola üstadı ve keman yapımcısı Bay Berç Dinanyan’dan keman dersleri aldırttım. Öğretmen eve geldiğinde ele avuca sığmaz oğlum, dersten kaçmak için bir koltuğun altında saklandığında, ben de zamanında, babamdan gördüğüm gibi, kendi kemanımı elime alıp Bay Dinanyan ile düo’lar seslendirirdik.
Bu aile içi meselelerimi size anlatmamdaki etken, Moliere’in bir deyimidir: ‘Yaptıklarımızdan mesul olduğumuz gibi, yapmadıklarımızdan da mesul sayılırız.’ Dolayısıyla, burada bazı düşüncelerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Amacım, gençlerin, başkalarının yaptıklarına odaklanmaktansa, kendilerine müzik sanatını icra ederek keyif alabileceklerini hatırlatmaktır.
Avuç içi ebadındaki elektronik cihazların tuşlarını saatlerce tıklamakla etrafta olup biteni görmekten mahrum, dünyayı olduğu gibi değil de gösterilmek istendiği gibi öğrenen bugünün çocukları, belleklerinde yığdıkları bilgiyi, ertesi gün hatırlayabiliyorlar mı? Bu cihazlar, onlara ümit ettikleri mutlu geleceği vaat ediyor mu? Anlık zevk almak veya zamanı öldürmek için ellerinden düşürmedikleri bu aletlerin aracılığıyla küçük bir ekrana kapılıp gördükleri göz kamaştırıcı renkler, döne döne, üst üste yığılarak, boş, renksiz bir girdap oluşturmuyor mu taze beyinlerinde? Kulaklarına soktukları tıkaç türü kulaklıklarla, beşeriyetten, tabiatın seslerinden, hayattan ve dünyadan soyutlanmış olmuyorlar mı? Bir şeyler yaratmak varken başkalarının yaptıklarına kilitlenmekle, ömürlerini boşa tüketmiyorlar mı?
‘Bir Zamanlar Büyükada’ kitabımdan bir alıntı:
‘Hatırladığım bunca seyyar esnafın sesine ekleyebileceğim kutsal ezan ve çan seslerinden başka, Ada’da sanatsal sesler de duyulurdu. Ortalıkta dolaşan bir söylentiye göre, piyano çalamayan bir genç kız koca bulamaz ve ömür boyu “vielle fille” (yaşlı bakire) kalırmış! Bazen tarife dışı, olur olmaz saatlerde, hava atmaya çalışan fiyakalı talebelerin özellikle açık bıraktıkları pencerelerinden taşan, kulak tırmalayıcı müzik egzersizleri veya müstakbel sopranoların acımasız çığlıkları sessizliği yırtardı.’
Evet, sayın okurlar, adalarımızda müzik sesi eksik olmazdı. Odanın bir köşesinde çalgı aleti bulundurmayan aile yok gibiydi. Bir aleti çalmak kabiliyetinde olmayanların evinde ise en azından bir laterna bulunur, kolu çeviren kişi de sanki müziği kendisi yaratıyormuş gibi keyif alırdı, saatlerce ayakta, dolap beygiri gibi, iki büklüm, silindiri çevirirken.
Kitabımdan bir alıntı daha:
‘... yaz tatili başlar başlamaz özel derslere önem verilirdi. Öğretmen eve gelmeden biraz evvel, yarım kalmış bir el işini bitirmek veya hazırlanmamış bir dersi atlatmak için en geçerli bahanemiz ‘karnım ağrıyor’ idi. Annemiz, derhal yarım elma yedikten sonra derse girmemizde ısrar ederdi. Babamız da, egzersiz yapmadan bir müzik aletini çalmayı öğrenemeyeceğimizi “Armut piş ağzıma düş” deyimine benzer, hayvanlar âleminden İbranice bir atasözüyle açıklardı: “Lo raiti hatul yaşan, şelihnaz ahbar la pe” (Uyuyan kedinin ağzına, farenin girdiği görülmemiştir.)
Bu deyimi, yaz boyunca tekrarlardı ve bana da son sözü, “Kemana çalış, bir gün lâzım olur” idi. Büyüklerimin, “Bırakma kemanı, bir gün lâzım olur,” dediklerinde neyi kastettiklerini sorduğumda cevap aynıydı: “Bir gün lâzım olur.”
Geceleyin yatağıma girdiğimde düş kurardım: “Bu kemanın ne zaman faydası olacak ki bana? Çiçek Pazarı’nda seyyar çalgıcılar gibi masa masa dolaşıp avuç açacağım zaman mı, yoksa kullandığım adi kemanın, birden bire değerli bir “Stradivarius” kemanı olduğunu keşfederek çok zengin olacağım gün mü?”
Bu son düşüm henüz gerçekleşmedi. Fakat o günden bugüne kadar geçen uzun yıllar zarfında, keman çaldığım değişik orkestralarda alkışlanırken ve bilhassa o çocukluk devrimden 65 yıl kadar sonra 2008’de Taksim Atatürk Kültür Merkezi’nde sahnelenen ‘Masada’ temsilinde ve 2011 yılında Mustafa Kemal Kültür Merkezi’nde seslendirilen ‘Ezgilerle Endülüs’ten Anadolu’ya’ Senfoni Orkestrası’nda keman çaldığım için Dostluk Yurdu Derneği’nde plaket alırken, anne ve babamın “Bir gün lâzım olur,” seslerini hasret ve içtenlikle duyar gibi olurum. Her konser bitiminde dinleyicilerden gelen alkışlardan payıma düşeni, daima annem ve babama gönderirim.’
Şimdi size orkestralarda çalma maceramın nasıl başladığını anlatayım. 1948 yılında, ben Musevi Lisesinde okurken, Saint Benoit lisesi müzik öğretmeni Prof. Sylvestro Romano, okulları bir bir dolaşarak çalgı çalan çocukları tespit eder ve bir talebe orkestrası kurar. Orkestrayı kendisi yöneterek, bizi okul müsamerelerine hazırlar, sahne disiplini ile tanıştırır.
Bir çekirdeği teşkil eden bu tür amatör müzik toplulukları, genelde konser verildikten sonra dağılır, aylar veya yıllar sonra da başka bir lokalde, başka bir şef tarafından davet edilmekle tekrar toparlanır. Yeni katılan taze elemanlarla birlikte, iş güç sahibi olmuş eski gençler, şakakların beyazlaşmasına, anne, baba, nine, dede veya emekli olmalarına rağmen müzikten uzaklaşmazlar. Yeni bir orkestra oluşumu içinde bulunduklarında, tekrar organize olmak heyecanını yaşarken, eskiler, karşılaştıklarında, sevinç çığlıkları atar. Bunu ateşli sarılmalar, öpüşmeler, takip eder. Nemlenen gözlerle hal hatır sorulur, son üç beş yıl içinde geçen ve mahrem kalması gereken tüm olaylar ortaya dökülür, hasret giderilir.
Bu içten samimiyet, ancak biri birlerini kıskanmayan amatör orkestra elemanları arasında mevcuttur. Çünkü burada rekabet yok, yardım etmek var! Tenkit etmek yok, cesaret vermek var! Yanlış çalan kişiyi jurnal etmek yok, hatasını örtbas etmek var!
Notaları taşıyan sehpayı önünüze aldıktan sonra tek hedef, kulağı dört açıp sağdaki, soldaki, önünüzdeki, arkanızdaki çalgıyı dikkatle dinlemek, iki gözünüzden birini sehpadaki notaya, diğerini şefin bagetine yapıştırmış gibi sürükleyerek çaldığınız eseri özümlemek.
Adamın yaşı önemli değil. Provalarda herkes öğrenci olup çocuklaşıyor zaten. Şeften iltifat da, azar da işitse, talebeliğini anımsayarak sevinir. İşinden yorgun arkın gelip sandalyesine çökse bile, ilk akort sesiyle bedeni canlanır, bir şeyler yaratacağı için gururlanır, öğreneceği yeniliklere, işiteceği nağmelere heveslenir, mükemmelliğe erişmek için odaklanmakla, günlük dertlerinden arınır. Benim ömrüm de halen, “bir gün lazım olur” oyalamalarıyla geçmekte...
Yazdıklarımı buraya kadar okumak sabır ve nezaketini gösterdiğiniz için size bir sır veriyorum. “Kim milyoner olmak ister?” yarışmalarına katılır ve “Türkiye’de, Televizyon kanalıyla görüntülü yayımlanan İlk Klasik Batı Müziği Orkestrasını kim, ne zaman ve nerede yönetti” sorusu ile karşılanırsanız, cevabını kulağınıza fısıldıyorum: Şef Arşam Kavafyan yönetiminde, 5 Aralık 1963’te, Maçka Teknik Üniversitesi’nin çatı stüdyosunda, İstanbul Amatörler Senfoni Orkestrası tarafından diye cevaplandırın. Keman çalanlardan bir isim istenirse de, adımı verirsiniz.
Bu kemanımı çaldığım değişik amatör klasik batı müziği orkestralarında, beni yöneten şeflerimi şükranla anıyorum: 1949’da Silvestro Romano, 1962’de Arşam Kavafyan, 1967’de Orhan Borar, 1971’de Berç Mardirosyan, 1974’te Harutyun Hanesyan, 1982’de Fethi Kopuz, 1984’de Williams Edmons, 1986’da Sabine Lutter, 2000’de Şekip Ensari, 2008’de Orhan Şallıer, 2011’de İhsan Özer.
Sakladığım, amatörlerin değişik tarihli konser programlarında, sıklıkla, aynı kişilere rastlanır. Hele sigortacı kuzenim Yaşar Paker’ın adı! Yüz bir yıllık uzun yaşamı süresince, mandolinine ilaveten amatörce kemanı, viyolayı, çelloyu çalmayı öğrenerek, orkestralardan herhangi birinin, eksikliği hissedilen yaylı sazı, koltuğunun altına alarak yaz kış demeden, imdat çağrısına koşardı. Bugün, Şef Şekip Ensari, halen büyük bir şevkle, Saint Joseph Lisesinde, Prof. Fethi Kopuz adına kurduğu orkestrasında, doktor, iş adamı, mühendis, ev kadını, mimar, öğretmen, öğrenci, müziğe hevesli kimi bulsa, haftada bir çalıştırarak değişik kültür merkezlerinde konserler vermektedir.
Son zamanlarda okullardaki müzik derslerinde, çocukların eline bir çalgı aleti verildiğini duyduğumda, 14 yaşlarındayken kemanımı ilk elime aldığım günü hatırlar, onların namına sevinirim.
Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nin hafta sonu konserlerine gittiğim günlerin birinde, yanımda oturan Bayan Lida Boritzer’in anlattığını aktarıyorum. 1950 yıllarında evlerine ziyarete gelen bir hanım, salona girer girmez, üstünlük taslayan bir eda ile çığlık atarak: “A a aaa, çok ayıp, çok ayıp, siz halen şu hantal piyanoyu evden dışarı atmadınız mı? Şimdi herkes, müziği radyodan dinliyor!”
Güzel nağmelerin evinizde hiç eksik olmaması dileklerimle.