Önce Aysel’i tanıdım. 2009 yılıydı yanlış hatırlamıyorsam. 2009 Mart sonunda yerel seçimler yapılmış ve Adalar’da yeni bir dönem başlamıştı.
Yeni yönetimi destekleyen geniş bir gönüllü grup vardı ve seçimler sonrasında da bu gönüllü destek bir süre devam etti. Gönüllü gruplar içerisinde kadınlar ağırlıktaydı ve Aysel de onlardan biriydi.
Aysel, geçmiş deneyimlerinden-birikimlerinden olsa gerek, fotoğraf ve basın yayın çalışmalarına destek oluyordu. Sonrasında gönüllü grupların çoğu, çeşitli nedenlerle dağıldı ama Aysel kaldı. Her işi ciddiye aldığı için belki de. Gönüllülüğe de sonuna kadar öyle yaklaşmıştı. Kadrolu çalışanlardan daha fazla sahada görev aldığını, hiç yüksünmeden oradan oraya koşuşturduğunu biliyorum. Zaman zaman bir araya gelir, sohbet ederdik. Maddi durumundan hiç söz etmiyordu ama işe ve düzenli bir gelire şiddetle ihtiyaç duyduğu da anlaşılıyordu.
Geçmişi oldukça zorlu hikayesini de o zaman öğrendim.
1972 doğumluydu. Sivas Gürün’de yaşama gözlerini açmış, ilk ve orta öğrenimini ise Ankara’da tamamlamıştı. Lise yıllarında, 12 Eylül faşist darbesinin karanlığında geçen 80’li yılların sonlarına doğru, sol-sosyalist düşünceye ilgi duymuş, devrimci mücadelenin içinde bulmuştu kendisini. İlk tutukluluğunu 1991 yılında Kırklareli Üniversitesi’nde okurken yaşadı. Kısa süreli üç tutukluluk ardından, 1993 yılında Ulucanlar ceza evine düştü. Ceza evlerinde kötü koşulların yeniden tırmandığı günlerdi. 12 Eylül’ün tabutluklarını aratmayan uygulamalar, Refah-Yol hükümetlerinin Adalet Bakanı Mehmet Ağar döneminde Mayıs genelgesiyle yeniden yürürlüğe sokulmuş ve ardından da bu uygulama ve koşullara karşı cezaevlerinde kitlesel direnişler de ardı ardına başlamıştı. Yüzlerce binlerce insan ölüm orucuna yatıyordu. Aysel de onların arasındaydı. Ulucanlar dahil birkaç cezaevinde direnişi kırmak için yapılan müdahaleler, 2000 yılındaki büyük katliamın habercisi gibiydi. Aysel, katliam sonrasında Kütahya Ceza evine sevk edilmiş, ardından da 2004 yılında tahliye edilmişti.
2006 yılında İstanbul’a gelecek, 2009 yılında da Büyükada’ya taşınacaktı.
Adalar Belediyesi’ndeki gönüllü çalışması, bir süre sonra emeğinin karşılığı olmasa da düzenli bir gelirle kadrolu çalışmaya dönüştü ve yaklaşık 2 yıl da devam etti.
Adalar’daki her türlü sosyal aktivitenin de içindeydi. O günlerin yaz-kış açık tek kültür işletmesi Adaevi’nin aktif katılımcılarından biriydi. Toplantılar, film gösterimleri, kadın emeğinin değerlendirilmesi için yapılan çalışmalar… hepsinin içindeydi.
2013 yılı Haziranındaki Taksim- Gezi direnişleri, yaşamında yeni bir dönüm noktası oldu. Direniş günlerinde, daha önce yolları ceza evlerinde kesişmiş bir güzel insanla, Vefa ile yeniden karşılaştılar. Binlerce insan tek yürek olmuştu ya o günlerde, Aysel ile Vefa bu defa yaşamlarını birleştirecek sevgi dolu bir yakınlaşmaya da birlikte adım attılar.
Verdikleri evlilik kararını, 20 Ekim’de, tam da kendilerine yakışacak sadelikte bir merasimle, Adaevi’nde, yakın arkadaşlarının katılımıyla resmiyete döktüler.
Aralarında sarsılmaz bir bağ oluşmuştu. Sevgiyle, saygıyla örülü bir bağ. Her türlü zorluğa birlikte karşı konulmaya and içilmiş bir bağ.
Evliliklerinin üzerinden 8 ay geçmemişti ki, Aysel’e kanser teşhisi kondu. 41 yaşındaydı. Bir an için ümitsizliğe, yılgınlığa kapılmadıklarını biliyorum. Yaşamlarının son 20 yılı direnişler içinde geçmişti, buna mı karşı koyamayacaklardı. Hele de birlikteyken. Aralarında inanılmaz, tarifi mümkün olmayan bir bağ vardı, hastalık bu bağı daha da güçlendirmişti.
Vefa’yı Ayselle evliliklerinden sonra tanıma fırsatı bulabildim.
19 Aralık cezaevi katliamından bir kolunu kaybederek çıkmıştı. Direnişlerle anılan Gazi Mahallesindendi. Çevresinde, özellikle de genç kuşaklarda haklı bir saygınlık uyandırdığı anlaşılıyordu. Sakinliği, kararlılığıyla ve bilgeliğiyle…
Sol ideolojiyle olduğu kadar, kültürle, edebiyatla şiirle de ilgiliydi. Hapishanede İngilizce öğrenmişti, geçimini yaptığı çevirilerle kazanmaya çalışıyordu. Tek koluyla bilgisayar başında onca çeviriyle nasıl baş ettiğine hala şaşarım.
Evliliklerinden sonra adada yaşamaya karar verdiler. Küçük ama nemli bir evde oturuyorlardı. Bir yorgan bir döşek derler ya, o cinsten. Hastalıkla mücadele yorgun düşürüyordu Aysel’i ama yaşam enerjisinin hiç eksilmediğinin tanığıyım. Yaşam koşullarının alabildiğine zorluklarına rağmen, en temel ihtiyaçları için yardım tekliflerini kabul etmemelerinin de…
Uzun tedavi günleri, yorgun düşen beden ama bitmeyen direniş.
Sosyal ve siyasal alanda hiç eksilmeyen çalışmaları, onları canlı tutuyordu desem yanlış bir şey söylemiş olmam. Aysel kadın dayanışmasının her yerindeydi. Yaşadıklarını son derece mütevazı bir üslupla paylaşmaktan hiç geri durmadılar, toplantıların aranan yüzü oldular bu yüzden ikisi de birlikte.
Vefa, Ekim Devrimi’nin 100. Yılında Moskova Kızıl Meydan’daydı mesela.
17-31 Temmuz tarihleri arasında da, bir davetle Küba’ya gittiler. Eski bir parlamento üyesinin evinde misafir edildiler. Küba ziyaretinin Aysel’in kanserle mücadelesine katkısı oldu mu bilemiyorum. Kübalı hekimlerin kansere karşı mücadelede başarıları biliniyor çünkü. Ve bu ziyaretten böyle bir beklenti olduğunu da tahmin ediyorum.
Bir yandan çeviri çalışmaları, öte yandan kısa dönemli bile olsa Aysel’in yaptığı gelir kazandırıcı işler sonrasında yine Büyükada’da üç katlı bir evin üçüncü katına taşındılar. Artık çamaşır makinaları ve buzdolapları da vardı.
Yüzlerinde hiç eksik olmayan gülümsemeleri, yorgun bedenlerini perdelemeye fazlasıyla yetiyordu. Arkadaşlarının yakın sıcaklığı da sarıp sarmalıyordu onları.
Pandemi günleri işte bu ortamda başladı. Adada izole yaşam, büyük ölçüde korumuştu salgından. 2020 sonlarına kadar da devam etti bu korunmuşluk. Ama gelin görün ki, tam da yılın en son gününde, 31 Aralık 2020 tarihinde Vefa rahatsızlandı. Yapılan test, o gün pozitif işaret veriyordu. Karşıda bir evde, kendini karantinaya aldı. Yeni yıla ilk kez ayrı girmişlerdi. Ertesi gün Aysel de yakalandı virüse. Ateşlendi ama nefes sorunu yoktu. Vefa, hastalığının 11. Gününde adaya adım atmıştı ama yorgundu. Nefes almakta güçlük çekiyordu. 112’yi aradılar. Konuşabiliyorsa hastaneye gelmesine gerek yok demişler. Kolay şikayette bulunan insanlar değillerdi ya, en büyük hataları da bu oldu. Giderek artan nefes alma zorlukları, organlarını da etkilemiş olmalıydı Vefa’nın. Hastaneye gittiklerinde iş işten geçmiş, virüs tüm ciğerleri harap etmişti. Ve birkaç gün sonra kaybettik Vefa’yı.
Ve bu kayıp Aysel için son darbe olacaktı.
Ayselle 8-9 Haziran 2021 günlerinde birlikteydik. Uzun uzun Vefa’dan konuştuk. Yıllar sonraki birlikteliklerinden, Adaevi’ndeki evliliklerinden. Arkadaşları evlilik hediyesi olarak takı takmışlar ve bunları bir kese içinde saklamışlardı ya, Vefa ile birbirlerine “Paramız hiç olmadı ama altın dolu kesemiz var” diye, gülerek anlatırlarmış. Yıllar süren hastalıkla mücadele günlerinde bu kese epey işimize yaradı diyordu. Yüzünde yine o gülümseme vardı ama sararıp solmuş yüzünü bu kez perdelemeye yetmiyordu.
Kendisini bırakmıştı Vefa’dan sonra, dışarıya, etrafına yansıtmamaya özen gösterse de.
11 Temmuz’da Aysel’i de kaybettik.
12 Temmuz günü Vefa’sına kavuştu. Dileği birbirlerinin üzerine gömülmekti. Öyle de oldu.
Geriye, evlerinde birkaç parça eşya ama yüzlerce kitap kaldı.
Aysel’in adaya dair projelerinden biri de, Büyükada’da bir kütüphane oluşturulması ve kendi kitaplarının da bu kütüphanenin nüvesini olmasıydı.
Sağlıklarında gerçekleştiremediler, ama biz dostlarının Aysel ve Vefa’ya böyle bir borcumuzun olduğunu düşünüyorum.
Umarım başarırız.