Geçen aydan başlayarak her sabah, ortalama 2 saat yürüyerek 8 kilometre yol tepiyorum. Bu yürüyüşlerde bana refakat eden arkadaşlar değişiyor. Herkesin kendine göre bir programı olduğundan sabit bir yürüyüş arkadaşım yok. Katılanlara değişik parkurları kullanırken Büyükada ile ilgili bilgiler aktarıyorum. Geçen hafta yalnız çıktığım yürüyüşteki parkurum; Kumsal, Maden, kestirme küçük tur yolu, âşıklar yolu, taş ocakları, Türkoğlu sokağı, Kadıyoran ve iskele idi. Hava serin, hafif yağmurlu ama yürüyüş için idealdi. Taş ocaklarının önünde bir müddet durup, panoramayı seyrettim. Çiseleyen yağmur durunca, gençliğimde buralara gelişlerimi hatırladım. Arkadaşlarla gelip piknik yapar, babamdan gizli içki içerdim. Annemle babamın kol kola burada çekilmiş fotoğrafları da vardı. Hatta annemin bana hamile olduğu fotoğrafı unutamam.
Yağan yağmurun etkisiyle olacak, yukarıdan aşağıya birkaç parça taşın düştüğünü fark ettim. Arkama dönüp bakınca yuvarlanan taşların ayağımın dibine kadar geldiğini gördüm. Anılarım beni alıp çoook eskilere götürdü. Sustum, gözlerimi kapadım ve “konuşsana taş ocağı” diyen iç sesimi duydum. Ve dilsiz taş ocağı konuşmaya başladı:
“Hüzünlenince, acı çekince siz insanların gözünden yaş akar değil mi? Benim de hüzünlü, acılı zamanlarımda gözümden taş düşer, beyaz saçlı delikanlı. Senin gözyaşların kurur, benim göztaşlarım dökülür ve kalır. Her dökülen taşın bir anlamı vardır. Önceleri benim gövdemi yontup, yol yapımında kullandılar uzun yıllar. Bazen evin duvarı oldum, bazen bahçenin duvarı. Kiminiz küçük parçalarımı uzaklara atarsınız, kiminiz tekmelersiniz, kiminiz de futbol oynamak için kale direği yerine kullanırsınız. Bazen de küçük parçalarımı alır saklarsınız, o günün anısına. Sanki tek taş yüzük gibi.
Neler gördüm, nelere şahit oldum bilir misin? Eteklerimde kubar pişirdiler, esrar sardılar, içtiler. Ne sevişmeler seyrettim? Suçluları döven polisleri gördüm. Sessiz, saygılı âşıkları izledim. Güzel sesleriyle şarkılar söylediler önümde, gitar çaldılar, dans ettiler. Uzuneşek, güvercin takla, mendil kapmaca, top oynadılar. Panayır yeri gibi oldum emekli olunca. Ne yangınlar gördüm, ne seller, ne yıldırımlar. Mehtap gezilerinden dönüşte, eşek turlarında, akordeon seslerinizi dinledim. Ama sizlere en çok niçin kızdım biliyor musun? Çöplerinizi etrafıma saçıp gittiğiniz için. Şimdi bir de spor aletleri getirip koydular önüme. Spor yapan olsa bari!
Ada’da yaşanmış en büyük aşkın hüzünlü sonuna şahit oldum, 1940’lı yıllarda. Konu basit: Zengin oğlan, fakir kız. O zaman öyle söylenirdi halk arasında. Bu konuda o kadar çok sinema filmi yapıldı ki, sanırım halen yapılıyor, dünyanın her ülkesinde. Ama bana öyle geliyor ki, esas sebep zengin-fakir değil, sınıf-kültür farkıydı. Aristokrat-avam demek sanki daha doğru olur...
Genç kız Ada’nın en güzel kızlarından birisi. Altı kardeşin en güzeli. İlkokul bitirmiş, eczanede kalfa olarak çalışıyor. Baba, araba meydanına yakın bir yerde aş evi çalıştırıyor. Şişeden bozma tuzluk ve biberliğin olduğu mermer masalarda, çorba, kuru fasulye, pilav, patates yemeği gibi ucuz yemekler sunuyor dar gelirlilere.
Genç ve yakışıklı oğlan, yüksek tahsilli. Üç kardeşin en karizmatik olanı. Baba, başkentte önce bürokrat, sonra milletvekili. Aşk bacayı sarmış, önüne geçilmiyor. Yakışıyorlar da birbirlerine. Tarafların muhalefetine, yani karşı çıkmalarına karşın ayrılamıyorlar.
Sıkça gelip gözümün önünde sevişirler, koklaşırlar, ileriye dönük planlarını yaparlardı. O gün de doğum günü kutlaması için geldiler. Hava kararmak üzereydi. Her zamanki gibi el ele tutuşmuş olarak ve kızın elinde bir pasta paketiyle geldiler. Önümdeki geniş alana dökülmüş ve birikmiş göztaşlarım ve çam ağaçlarından düşmüş kuru iğne yapraklarıyla kendilerine tek katlı bir ev yapmaya koyuldular. Evcilik oynar gibiydiler. Neşe içinde konuşuyorlar, anlaşıyorlardı. Salonu şuraya yapalım, yatak odamız büyükçe olsun, çocuk odasının yanına bakıcının odasını yapalım, iki banyo, üç tuvalet olsun, balkonu geniş tutalım, bahçemizde sera da olsun. Sıra eşyalara gelince, kızın sesini duydum: Önce yatağımızı yapalım, bir de masa koyalım yatak odamıza. Sevişelim, sonra doğum günü pastamızı kesip yiyelim. Çok yorulduk, kalkınca diğer eşyaları yerleştiririz, ne dersin? Cevap olumlu geldi: Aynı fikirdeyim canım. Sevişmelerini gözlerimi yumup, kulaklarımı tıkayıp, ağzımı da kapatıp sessizce bekledim. Bir şey görmedim, duymadım, söyleyemem! Şen bir şekilde pastayı kesip yediler ve yorgun vücutlarıyla tekrar yatağa girdiler. Yorgundular uyudular. Sabaha karşı kuş sesleri ve sabah rüzgârının şefliğinde çam yapraklarının hışırtısıyla pastoral senfoniyi duyuyordum. İlerleyen saatlerde, çam pürlerinden yaptıkları yataktan oğlanın sürünerek çıkışını, kızın cansız bedenini, oğlanın feryat figanını ve orman bekçisinin şaşkınlıkla: beyefendi, beyefendi... diyerek onu sırtlayıp yola koşmasını gördüm. Motorla karşı kıyıya ulaşamadan oğlan da can vermişti. Ağzından çıkan son sözlerin: yaktın, yaktın, ikimizi de yaktın... olduğunu söylediler.”
Eskiden eczanelerde kırmızı ve yeşil camlı uzunca iki dolap olurdu. Eskilerin tabiriyle müstahzar, hekimlerin diliyle preparat dolabıydı bunun adı. Hekim tarafından reçetesi yazılan ilaçlar hazırlanırken bu dolaptaki maddeler kullanılırdı. Bu maddelerin dozu yüksek zehirler olduğu halk arasında yaygındı. Güzel kızın pastanın içerisine bu camekândaki maddelerden yüksek dozda koyduğu bilahare açıklandı.
Gelecek sayılarda, eğer sizi sıkmazsam yürüyüş yolumdan anılarıma devam edeceğim. Gelecek ay, değerli dostum Cengiz Pala’nın önerisiyle “Ada’nın Paşaları” konum olacak. Ziya Paşa, Arap İzzet Paşa, Con Paşa gibi Ada tarihine adını yazdırmış olanlarla başlayacağım. Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi, dünyada ilk çocuk bayramını ihdas eden Ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü minnet ve şükranla anıyor, şehitlerimizin manevi huzurunda tazimle eğiliyorum.