İşgal ve devrimin yarattığı toplumsal kırılmaları toplumdaki her birey farklı farklı yaşıyor. İstanbul’un işgalinde A. Hamdi Tanpınar’ın “Sahnenin Dışındakiler”i ve John Reed’in “Dünyayı Sarsan On Gün”ündeki Petrogradlıların günlük yaşamlarındaki kesitler bu kırılmaların örnekleridir.[1]
İstanbul
“Şehir içten içe kaynıyordu. İçtimai tuğla veya kiremit, binanın kendisi olmuş, fertler tek başlarına içlerindeki kıymet hükümleriyle yaşıyorlardı. Mevki para, rahat yaşamak ihtirası her an ve herkesin karşısında şeytani bir iğva gibi gizli sofrasını açıyor ve çok telkinli işaretlerle davet ediyordu. Dağılan içtimai nizam bir yığın unutulmuş meseleyi, hapsedilmiş davayı ortaya çıkarmıştı. İdealin ve ahlakın emirlerini kendine hazır bulmayanların çoğu bu eski imparatorluk payitahtında, çok tehlikeli yol uğraklarında kalıyorlardı.
“İşgal ordularının şehre döktüğü para kazanç şekillerini alt üst etmiş, refah seviyesi tasavvur edilemeyecek derecede el değiştirmişti. Yabancı kuvvetlerin etrafında bir yığın yeni iş çıkmıştı. Biraz atılgan biraz cerbezeli, yahut değerlere karşı az çok kayıtsız insanlar bu işlere sarılmışlar, kaybedilmesi, kazanılması kadar kolay servetler elde etmişlerdi. Bu kolay servetin etrafında Beyaz Rus akımının çok başka mecralar ve şekiller verdiği büyük bir eğlence hayatı başlamıştı... Batan Çarlık gemisinden hemen herkes bir asalet unvanı kurtararak gelmişti...”
Petrograd
“Haftadan haftaya yiyecekler azalmaya başlıyordu... Süt, ekmek, şeker ya da tütün satın alabilmek için buz gibi yağmurun altında saatlerce kuyrukta beklemek gerekiyordu. Gece toplantılarından dönerken, kimilerinin kollarında çocukları olduğu halde, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu bu kuyruklara gün ağarmadan önce bile çok sık rastladım. Sert Rus kışında, Petrograd sokaklarının don tutmuş kaldırımlarında gün boyu ayakta duran bu üstleri başları yırtık pırtık insanlara ekmek kuyruklarında, Rus halkının mucizeye varan o yumuşak sabrını taşıran acı ve kesin hoşnutsuzluk sözlerini çok duydum...”
İstanbul
“Fakat bu eğlenen İstanbul’un yanı başında çok bahtsız, mustarip bir İstanbul daha vardı. Daha harp içinde el değiştirmeğe başlayan servet, içtimai hayatın nizamını bozmuş, beş altı sene evvel müreffeh sanılan ve eski payitahtın asıl hayatını yapan bütün bir orta sınıfı harap etmişti.
İstanbul’un çapraşık yollu, mescitli, bakkallı küçük mahallelerinde, o tahtadan kutu gibi evlerde, her ne pahasına olursa olsun haysiyetini muhafaza etmeğe çocuklarını okutmağa, karısını kızını giydirmeğe, temiz kıyafetle gezdirmeğe mecbur insanlar, çoğu eski imparatorluğun rütbe ve nişan sahibi memurları, bir usta elinden çıkmış gibi düzgün ve zevki ile İstanbul’u ve hayatını benimsemiş insanlar kıt kanaat, gözyaşlarını içine akıtarak yaşıyorlardı.
Oturdukları yere bakılıp orta halli sanılan aileler yarı aç iken, küçük kulübelerde, üstü teneke örtülü barakalarda, hatta bazı medrese köşelerinde zurnalı, davullu, utlu, kemençeli eğlenceler oluyordu. Yavaş yavaş çabuk kazanılmış para, yer ve el değiştirmesi oldukça güç olan emlak ve akarla değişiyordu. Bu yüzden şaşırtıcı izdivaçlar oluyor ve henüz mazisinin içinde yaşayan şehir, birdenbire şöhreti hala istikbale ait bir ümit gibi kendilerinde yaşayan bir Tanzimat vezirinin veya büyükçe bir memurun kızıyla herhangi bir sonradan görmüşün evlenmesini kendi haysiyetine indirilmiş darbe telakki ediyor, haberi gazetede okuyanlar başlarını sallayarak: ‘Ne günlere kaldık!’ der gibi birbirine bakıyordu...”
Petrograd
“Böyle zamanlarda, eskiden olduğu gibi alışılagelmiş yaşantılar, devrimi olabildiği kadar görmezden gelerek sürdürülüyor, şairler devrim dışında her konuda şiirlerini yazıyor, realist ressamlar devrim dışında Ortaçağ Rusya’sında sahneler sergiliyorlardı. Taşranın genç kızları Fransızca öğrenmek ve seslerini eğitmek için başkente geliyor, genç ve pırıl pırıl subaylar otel salonlarında altın işlemeli kırmızı başlıklarıyla zengin işlemeli Kafkas kılıçlarını gezdiriyor, yüksek memur karıları öğleden sonraları çaylı toplantılara katılıyor, her biri mantosunun içinde parlak taşlarla süslü altın ya da gümüşten şeker kutusuyla yarım dilim ekmeği de yanında getiriyor, Çarın dönüşünü Almanların gelişini, sonunda da hizmetçi sorununu çözecek her yolu diliyorlardı...”
***
Toplumsal alt üst oluşlar, dünyanın her yerinde ve her anında, İşgal İstanbul’u ya da Büyük Ekim Devrimi örneklerinde görülen sıcak çatışmalar olmadan da yaşanmakta. Bu kırılmaların günlük yaşamımızın olağan akışında oluşturacağı altüst oluşlara karşı “Bu gidiş hayra alamet değil”, “Allah sonumuzu hayr’etsin” diye endişeleniyoruz, birbirimizi uyarıyoruz, değişimi en az acıyla atlatmaya hazırlanıyoruz.
[1] Sahnenin Dışındakiler, 1950, Dergah Yayınları, 1990, Sh, 239-243 ve Dünyayı Sarsan On Gün, John Reed, 1919, Oda Yayınları 1990, Sh. 38-39 (Farklı yerdeki cümleler, okuma akışının bozulmaması için aralarına üç nokta konulmadan yazılmıştır.)